Düşüncelerimi beyaz sayfalara henüz geçirmeden masaüstü bilgisayarımdan öncelikle bir müzik açarım. Bu müzik genellikle Beethoven’in 9. Senfonisi olur. Yok, yok hemen öyle aklınıza Otomatik Portakal kitabından ve daha sonra aynı adı taşıyan filmden etkilendiğim aklınıza gelmesin. Bu hayranlığım çok daha öncesinden zaten vardı.
Hem niye ve nasıl olmasın ki…
Müziği, tanrının sesine benzeten Beethoven, şöhrete ulaştıktan sonra kendilerini yaratıcı yerine koyan tanrıtanımaz muadillerine nazaran çarpıkta olsa bir tanrı inanışına sahipti. Nitekim 9. Senfonisinin aryalarından birinde şu mısralara yer veriyordu: /Tüm neşeli yaratılanlar seni çevreler /Dünya ve gökler nurunu yansıtır /Melekler ve yıldızlar sana şarkı söyler /Kırılmaz övgünün merkezisin; /Çayır ve orman, yayla ve dağ /Parlayan deniz, çiçekli bağ /Tezahürat yapar kuş, akar pınar /Seni sonsuza kadar över!
Yine kendisini anlatan bir biyografi filminde şöyle bir replik kullanılır: “Tanrı, kendi sesini müziğim aracılığıyla insanlara ulaştırdı. Ama beni ondan mahrum bıraktı.”
Bu kadar Beethoven güzellemesi yaptıktan sonra asıl konumuza galiba artık dönmek gerekiyor. Çünkü yazılarımızı takip edenlerin eleştirilerinden biri de yazılarımızın uzunluğu oluyor. Elbette ki bu eleştirileri doğru bulmuyorum. Ki zaten bu eleştiriyi doğru bulmadığım için konuyu açabilecek bir cümle ile de giriş yaptım.
Neden mi?
Çünkü okumaktan aciz bir toplum olduğumuzu haykırmak istiyorum. Bırakın okumayı. İzlemelerin bile bir süreyi geçtikten sonra sıkılganlığa sebep verildiğine dair sözüm ona bilimsel açıklamalar dahi yapılmaya başlandı. Aslında bu ne biliyor musunuz? “Suça” ekranı da ortak etmek ve böylece okur ile izleyici olarak sorumluluktan kaçmak. Kaçınmak.
“Efendim aslında biz okumak ve izlemek istiyoruz. Ama önümüze sürülen şey ilgi çekici olmuyor.” Ne feraset ama... “Okumaya ve izlemeye sabrım yok” dememenin yandan kayış şekli. Tembelliğin daniskalığı. Bana ne katabilir, ne öğrenebilirim? anlayışına sahip olmamanın tezahürü. Her şeyi ben biliyorum havasının kamyon tekerleği hali.
Hayır efendim!
Ben derdimi anlatmaya çalışacağım. Konuşmam gereken yerde konuşacağım. Yazmam gereken yerde de yazacağım. Konuşmam ve yazmam, yani derdimi nasıl anlatmam ve ne kadar anlatmam gerekiyorsa da bir başkasının hakkına girmeden o kadar anlatacağım.
Evet, şimdi de gelelim asıl meselemize… Babam Şeyh Said kitabına. Kitap, Şeyh Said Efendi’nin torunlarından olan Dılşad ve Dılhad Fırat tarafından, Şeyh Said’in oğlu Şeyh Ali Rıza Efendi, Şeyh Said’in Torunları Abdülmelik Fırat İle Mehmet Fuat Fırat ve Gazeteci Doğan Kılıç arasında yapılan o döneme dair soru-cevap şeklindeki bir sohbetin bant kaydı aslında.
İlk olarak kitabın, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerini anlatması açısından önemli bir vesika olduğunu düşünüyorum. Dikkatimi çeken ikinci önemli husus ise yazar yorumlarından kaçınılması ve bant kaydının olduğu gibi bütün çıplaklığıyla aktarılması.
Bu anlamıyla tiraj kaybı kaygısına düşmeyen ve tribünlere oynamak yerine gerçeği yansıtan kitabın müelliflerini tebrik ediyorum. Gerçekten güzel bir iş; tarihe ışık tutacak bir vesikayı ortaya çıkarmışlar.
Öyle ki kitaptaki muhabbetler hiç bitmesin istersiniz. Konuşmacıların konuştukları her bir cümle arasında kerpiç ve çamurdan sıvanmış köy evlerinin kokusunu alırsınız. O odanın içinde oturanların her soluk alış verişlerinde yeni yakılmış bir Mutki tütünün dumanı gözlerinizin içine dolar. Odadan çıkar çıkmaz ise bir üşüme alır sizi. O odaya, o odanın içindekilere ve o odayı içinde barındıran o eve bahar hiç gelmemiş gibidir. Hep kardır. Hep kıştır. Hep zivistan, hep barandır. Şöyle, biraz etrafı dolaşayım istersiniz. O zaman da hep kandır, hep gözyaşıdır dersiniz. Yine gelir, o odaya sığınırsınız!
İşte bu, Şeyh Said Efendi’nin ve ailesinin mahzun ve mazlum hikâyesidir.
Kitapta, salt İslami hassasiyetlere sahip olmalarından ötürü ne o dönemin Türkçü, tek tipçi, ulusçu mantalitesini razı edebilmiş, ne de son dönem Kürtçü, tek tipçi, ulusçu anlayışa kendini sevdirebilmiş bir ailenin her şeye rağmen hayatta kalış mücadelesini görüyorsunuz.
Bununla birlikte kitabı eğer aynı döneme denk gelen tarihi bilgiler ışığında okursanız, Şeyh Said Kıyam’ının, “İngilizlerin Bir Kışkırtması” söyleminin ne kadar tutarsız olduğunu da şahit olursunuz.
Örnek olarak Oral Sander’in Siyasi Tarih kitabının dördüncü bölümü olan Çok Merkezliliğe Geçiş ve başlıkları… Bahadır Kurbanoğlu’nun Şeyh Said-Bir Dönemin Anatomisi… Celaleddin Vatandaş'ın Cumhuriyet'in Tarihi... Necip Fazıl Kısakürek’in Son Devrin Din Mazlumları kitabının Şeyh Said-Genç İsyanı bölümleriyle birlikte okunabilir.
Ama özellikle Oran Sender’in Siyasi Tarih kitabının Çok Merkezliliğe Geçiş bölümünü okuduğunuzda, İngilizlerin aslında buralarda dönem itibariye zaten cirit attığını, Türkiye-İran-Irak-Suriye arasında sıkışmış bir neslin söyleşideki ifadeleriyle bir araya getirdiğinizde aradaki tutarlılığa çok şaşıracaksınız. Dahası İngilizlerin onca vaatlerine rağmen şuan ki sözde Kürdi olduğunu söyleyen örgütlerin düştüğü tuzağa düşmediklerini, batının oyununa aslında gelmediklerini öğreneceksiniz.
Velhasıl yok uzun, yok ilgi çekmiyor demeden okuyun, okuyun, okuyun. Hem ne diyordu Ali Şeriati: “Okuyun diyor okuyun. Çünkü mürekkebin akmadığı yerde kan akıyor.” diyordu değil mi?
Dün, bugün ve yarın… Eğer okumazsak, tarihimizi bilmezsek, geçmişten dersler almazsak yeni Hitlerlerin ortaya çıkmasına engel olamayız. O vakitte bizden sonraki nesiller bu kez bizim dönemimizde türeyen Hitlerleri değil de tamamen bizi suçlayacaklar. Ve şöyle söyleyecekler: “Hadi daha öncekiler ırkçı, faşist örnekleri olmadığı için Hitleri kabullendiler. Peki, Hitler tecrübesini yaşamış bir önceki nesil aynı hataya nasıl düştü? Gerizekâlı, aptallar…” diye de sürekli sövecekler!
Ha bu arada unutmadan girişte ifade ettiğim gibi bütün yazılarımı Beethoven’in 9. Senfonisi eşliğinde yazmıyorum. Bu yazımda olduğu gibi… Ne eşliğinde yazdın diye soruyorsanız eğer ilgilisi için buraya bırakıyorum: Classical Music for Late Night Studies.
Ahmet Maruf Demir
.jpeg)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder