28 Ağustos 2020 Cuma

DÖNGÜ / Yeniden Yaşam




DÖNGÜ

YENİDEN YAŞAM



Distopya

 



 İÇİNDEKİLER


Büyük Buhran

YZHler

ÖÇ Alanlar

Enerjipotlar

Dr. Faraklit

Titreşim

Parıltı

Sanduka

Şifre

Sandalcı Nevfel

Görev

Savaş

Tuzak

Döngü



Varlığıyla Her Zaman Bana İlham Olan Eşime...

Akide Demir’e



Ahmet Maruf Demir

 

1985 Yılında Diyarbekir'de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimlerini Diyarbekir'de yaptı. 2008 Yılında Dicle Üniversitesi B.E.S.Y.O bölümünden mezun oldu. İlkokul çağlarından itibaren yazma serüvenine başlayan yazar özellikle içinde yaşadığı toplumun sorunlarını kimi zaman nesir kimi zaman şiir çalışmalarıyla dile getirmeye çalıştı. Yazı ve şiirleri birçok dergi ve haber sitelerinde yayımlanan yazar ayrıca bu güne kadar bir şiir ve bir de anlatı türü olarak iki adet matbuu esere imza attı. 12 yıllık radyo programcılığının son üç yılını radyo yayın yönetmenliği olarak yapmış olan yazar, yazılarına hala blog sayfasında yer vermektedir. Yapmış olduğu çalışmalardan bugüne kadar hiçbir maddi talepte bulunmayan yazar, okuyacağınız bu eseri ise hayırlı bir amaç için blog sayfası üzerinden paylaşarak ezber bozan çalışmalarına bir yenisini daha eklemiştir. 

NOT: OKUYACAĞINIZ BU ESERİN SONUNDA SİZLERİ HAYIRLI BİR SÜRPRİZ BEKLİYOR OLACAKTIR!!!





DÖNGÜ

YENİDEN YAŞAM

 

 Yazar

Ahmet Maruf Demir


Kapak Resmi

Necmettin Asma



Geleceği değiştirebilir miyim?


Büyük Buhran'da Neler Yaşandı?

Kısa Kesitler.

Dünyanın yegâne uydusunun üzerindeki bilimsel kazılar Ay'ın dengesini bozmuştu. Bu çalışmalar neticesinde Ay'ın bozulan işlevselliği dünya yaşamı üzerinde birçok olumsuzluğu beraberinde getirmişti. Bunlardan biri de deniz ve okyanuslardaki metcezir olaylarının bir ölçüye göre artık hareket etmemesiydi.

Kuzey ve Güney Kutup Bölgeleri küresel ısınmanın neticesinde yok olmaya yüz tutmuştu. Buz dağlarının saçı dökülmüş ve beli bükülmüştü. Bastonuna dayanmış ve yavaş adımlarla yürüyen yaşlı bir insanoğlu misali günden güne erimişti. Buzulların erimesi, okyanus debisindeki su oranını yükseltmişti.

Yerkürenin beş kıtasından üçü olan Afrika, Amerika ve Avustralya Kıtaları, tsunamilerin oluşturduğu dev dalgalar tarafından istila edilmişti. Okyanus yüzeyinde sürekli oluşan gelgitlerle üç kıtadaki doğal yaşam bütünüyle tahribata uğramıştı.

Afrika, Amerika ve Avustralya Kıtalarında yaşam emareleri tümden tükenince buralardaki hayatta kalmayı başarmış Abovlar, Mezopotamya Bölgesi’nin bulunduğu Asya ve Avrupa Kıtalarına göç etmişti.

Asya ve Avrupa Kıtaları, Dicle ve Fırat adındaki iki uzun tatlı su ırmağının bulunduğu yerkürenin yaşanabilir son topraklarına sahiplerdi. Aynı zamanda bu topraklardaki iki nehir yerküredeki son hareketlenmelerle birleşen Asya ve Avrupa Kıtalarının sınırlarını belirliyordu.

Geniş ormanlık alanlarının olduğu ve son doğal maden rezervlerine sahip Mezopotamya Bölgesi'de bu iki kıtanın sınırlarını belirleyen Dicle ve Fırat Nehirlerinin ortasında kalmıştı. Bu bölge Asya ve Avrupa Kıtalarının yaşanabilir olmasını sağlayan asıl etkendi.

Yerküre doğal afetlerden dolayı oldukça yorulmuştu. Doğal afetlere çare bulmak için bir şeylerin yapılması gerektiği Seçilmişler tarafından sonunda anlaşılmıştı.

Abovlar, her dört yılda bir kendi kıtalarındaki konseylere temsilciler gönderiyordu. Seçilmişler, konseylere gönderilen bu temsilcilerden oluşuyordu.

Dünya üzerinde bahar mevsimleri artık yaşanmıyordu. Yağmur’a Hasret ve Güneş’e Hasret mevsimleri olarak sadece iki mevsim görülüyordu.

Meteor Yağmurları Ayıda, Güneş'e Hasret Mevsiminin Aylarından biriydi. Diğer kıtalardaki Abovlar, Asya ve Avrupa kıtalarına bu ayda göç etmişlerdi. Bir ay sonra, yani Kara Delik Ayına gelindiğinde her iki kıtanın Seçilmişleri bu kez aynı konseyde bir araya gelmişti. Tek konseyde bir araya gelmelerinin nedeni doğal afetlere çare bulmak için Wifi Yasaları’nı oluşturmaktı.

Abovların yüzyıllardır süregelen alışkanlıklarından dolayı Wifi Yasaları'nı kabul etmeleri hiç kolay olmamıştı. Yasa maddeleri üzerinde uzun tartışmalar yaşanmıştı. 2050 yılının Yıldızlar Arası Ayına geçilmiş ve yasa maddeleri üzerinde mutabakat nihayet bu ayda sağlanmıştı.

Wifi Yasaları’nın maddelerinden birini Mezopotamya Bölgesi oluşturuyordu. Seçilmişler, yasa maddelerini Abovlara bildirirken bu madde üzerinde özellikle durmuşlardı.

Mezopotamya Bölgesi üzerinde önemle durmalarının haklı bir nedeni vardı. Seçilmişler, bu bölgenin yenilenebilir ekolojisinin olduğunu düşünüyordu. Mezopotamya Bölgesi’nin, Afrika, Amerika ve Avustralya kıtalarına yeniden hayat bahşedebileceğini umuyorlardı.

Abovlar, “Buradaki doğal madenleri nehir sularıyla öteki bölgelere taşımamız mümkün olabilir. Nehir sularıyla taşınacak doğal madenler diğer yerlere can verebilir ve yeryüzü eski ihtişamına yeniden kavuşabilir” ortak paydasında buluşmuştu.

Bu nedenle her iki kıtanın Enerjipotları, sleepmatiklerini bu bölgeye uzatmamalıydı. Abovlar, Enerjipotları durdurmak için ne gerekiyorsa yapmalıydı. Gerektiği takdirde gönüllü köleliğe bile razı olacaklardı.

Bu yüzden Wifi Yasaları’nın üzerinde en fazla durulduğu madde bu olmuştu. Çünkü bu madde oldukça ağır şartlar içeriyordu. Fakat Abovların başka alternatifi yoktu. Wifi Yasaları’na da böylece bağlılık yemini etmişlerdi.

Wifi Yasaları şu maddelerden oluşturuyordu:

1) Abovlar, kendilerine bu imkânları bahşedenin Kutsal Aklın olduğuna dün olduğu gibi bugünde inanacaklar.

2) Abovlar, Kutsal Aklı gün doğumları ve gün batımlarındaki merasimlerde anmayı aksatmayacaklar.

3) Abovlar, ırklarının yaşamın özü olduğu fikrinden hiçbir zaman vazgeçmeyecekler.

4) Abovlar, içgüdüleri doğrultusunda sınırsız özgürlük alanlarına sahip olabilecekler.

5) Abovlar, hayatta kalmayı başarmış diğer canlıları hizmetlerine almaya devam edecekler.

6) Abovlar, yaşamları için evrendeki kaynakları diledikleri şekilde kullanabilecekler.

7) Abovlar, Mezopotamya Bölgesi’nin dokunulmazlığına kayıtsız ve şartsız teslim olacaklar.

8) Abovlar, bir önceki maddenin karşılığı olarak Enerjipotların bütün enerji ihtiyaçlarını kendileri karşılayacaklar.

Abovlar, her zaman kendilerini her şeyden üstün gören bir ırk olmuştu. Anlayışlarına göre evrende var olan yaşam onların etrafında şekilleniyordu. Evrendeki diğer her şeyin var olma nedenin onlara hizmet etmek için olduğuna inanıyorlardı.

Ayıca Abovlar, tinsel ve dinsel dürtülerden arındırılmış Kutsal Akla sahiplerdi. Bir araya geldiklerinde Kutsal Akıl hakkında sürekli şöyle konuşuyorlardı:

“Kutsal Akla sahip olan tek canlı türüyüz.”

“Onun yol göstericiliğinde birçok sorunun üstesinden geldik.”

“Kutsal Akıl zor zamanlarda hep yardımımıza koştu.”

“Kutsal Akıl sayesinde hayatta kalabildik.”

“Bizi düştüğümüz bu durumdan elbette Kutsal Akıl kurtaracak.”

Böyle konuşmalarının sebebi boşuna değildi. Çünkü Wifi Yasaları’nı dahi Kutsal Aklın rehberliğinde oluşturmuşlardı. Mezopotamya Bölgesi'nin dokunulmazlığı fikrini yine onlara Kutsal Akıl ilham etmişti. Doğal afetlere yönelik bir çıkar yol bulamadıkları takdirde post-köleliğin kaçınılmaz olacağını onun rehberliğinde yakinen duyumsamışlardı.

Yarım yüzyıl öncesine kadar beş kıtanın tamamında ormanlık alanlara, çağlayan nehirlere, envai çeşit bitkilere ve binlerce hayvan türüne rastlanıyordu. Fakat şimdi Mavi gezegenin üç kıtasında yaşam bitmişti.

Tsunamilerin etkisiyle kum çölleri okyanus sularına karışmıştı. Mavi gezegenin birçok bölgesi kızıl renge bürünmüştü.

Göz kamaştıran güzelliklerinin yerinde yeller esiyordu. Esen bu yeller bile dioksit gazları taşıdığından canlıları zehirleme riski taşıyordu.

Mezopotamya Bölgesi bu yüzden Abovların tek ümidi olmuştu. Abovlar, dünyanın geri kalan kısmına hayat bahşedebilme ihtimalinin üzerinde epeyce durmuş ve doğal maden rezervlerine sahip Mezopotamya Bölgesini oldukça önemsemişti. Benimsemiş oldukları liner inanışıyla başka bir ihtimali akıllarına getirmemeye çalışıyorlardı.

Abovlar için diğer bölgelerde yeniden hayat emarelerinin görülmesi başka bir nedenden dolayı da oldukça mühimdi. Elleriyle başlarına bela ettikleri Enerjipotlar gerçeğiyle her gün karşılaşıyorlardı. Böyle bir olasılıkla Enerjipotların tiranlığından kurtulmayı amaçlıyorlardı.

“Mezopotamya Bölgesi sayesinde diğer bölgelere hayat bahşedilecek. Bu durumda bizler, Enerjipotları hayat bahşedilen bölgelerdeki doğal enerji yataklarına yönlendireceğiz. Böylece güçlerini dağıtmış olacağız. Yapay Zekâ Humanlar’ın desteğiyle güçleri dağılan Enerjipotlara ani baskınlar verecek ve onları yok edeceğiz.” demişlerdi.

Yapay Zekâ Humanlar da birçok şey gibi yine Kutsal Aklın, Abovlara bir armağanıydı. Daha çok YZHler olarak kısaltılıyor ve özelliklerine göre kodlanıyordu. Yüzebilen, uçabilen, tırmanabilen modelleri vardı.

Son buhrandan sonra Kutsal Aklın ilhamı doğrultusunda evrendeki materyallerden üretilmişlerdi. Baş kısımlarında bulunan ramlar sayesinde hareket ediyorlardı. Bu ramlar salisenin milyonda bini hızındaki kodlardan oluşuyor ve bir dış zar tarafından korunuyordu. Dış yapıları Abovlara benziyordu. Abovlar, kendilerine benzemelerini bilinçli olarak tasarlamıştı. Serverları sürekli geliştirilebilen ve robotik bir tür olan YZHler, Abovların işlerini birçok alanda kolaylaştırıyordu.

Abovlar, YZHlerin yardımını alarak Enerjipotlardan kurtulacaklarını düşünmeleri hoşlarına gitmişti. “Aklın yolu bir” diyerek bununla mutlu olmuşlardı.

Gayet iyi buldukları planlarıyla bir taşla birden fazla kuş vurabileceklerdi. Kendileriyle gurur duymuşlardı. Önceki dönemlerde olduğu gibi böylesine müthiş bir fikirden dolayı birbirlerini kıskanmamışlardı. Aksine, sınırlarına rağmen her iki kıtanın birlik içinde olduğuna tamamen kanaat getirmişlerdi.

Fakat Wifi Yasaları’nın onaylanmasının üzerinden epey zaman geçmiş ve Mezopotamya Bölgesinin diğer yerlere hayat bahşettiği görülmemişti. Hayat damarları çekilmiş bölgelerde herhangi bir iyileşmeye rastlanılmamıştı.

Abovlar, yerküreyi uzaydaki Yıldız Aynaları tarafından rahatça izleyebiliyordu. Yıldız Aynalarına toprağın altını dahi tarayabilen cihazlar bağlıydı. Bu cihazlar aracılığıyla Mavi küredeki her gelişme detaylı bir şekilde taranıyordu.

Yıldız Aynaları yakıta ihtiyaç duymadıklarından uzun süre uzayda kalabiliyordu. Enerjilerini güneşten alıyorlardı. Görevleri yeryüzüne anlık veri akışı sağlamaktı.

Yıldız Aynaları, Mezopotamya Bölgesi dışında kalan bölgelerde bir türlü yaşam emareleri görememişlerdi. Rasathanelerdeki reserverlere yansıttıkları fotoğraflar hiç de iç açıcı olmamıştı. Ve kaçınılmaz olan gerçekleşmişti.

Abovların, Enerjipotlara serdettikleri gönüllü kölelik yerini post-köleliğe bırakmıştı. Ve bundan sonra Abovların hayatında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamıştı. Yapay enerji santralleri etrafında dönen post-kölelilikleri Abovları günden güne tüketmişti.

Enerjipotlar, Abovların kendileri için ne denli önemli olduklarının farkındaydı. Bu yüzden post-köleliklerinin onları bütünüyle tüketmesine izin vermiyor ve yıllık izin kullanmalarını sağlıyorlardı. Böylece Abovlar, birkaç günlüğüne de olsa yoğun iş temposundan kurtulabiliyordu.

Abovlar, ölmek ve yaşamak arasında bir kısır döngüde gidip geliyordu. Enerjipotların tiranlığından kurtulabilmek için her yolu denemekle beraber aynı zamanda izin günlerini hasretle bekliyordu.

“Kutsal Akıl bizi terk etmediği sürece umudumuzu her daim korumalıyız” diyorlardı. Böyle düşündükleri zamanlar "Yüreğinizi de dinleyin. Vicdanınıza da danışın. İradenizi de kullanın" diye bir ses işitiyor ama ne anlama geldiğini bir türlü çözemiyorlardı. Ki zaten hemen o anlarda da Kutsal Akıl devreye giriyor ve her seferinde o sesi bastırmayı başarıyordu.

 

YZHler

Yapay Zekâ Humanlar Ortaya Çıkıyor.

Yapay enerji santralleri Asya ve Avrupa kıtalarındaki şehir merkezlerinin dışına büyük buhrandan sonra inşa edilmişti. Uzaktan bakıldığında tıpkı koca bir volkanı andırıyordu. Gökyüzüne doğru uzandıkça daralan bacalarından yükselen dumanlar göğü kaplıyordu.

Bu santrallerde yapay enerji üretimi hiç duraksamıyordu. Çalışma süresi günlük on sekiz saati buluyordu. Her on sekiz saatte bir vardiyalar değişiyordu. Abovların, YZHleri çalıştırarak burada ürettikleri yapay enerjiler merkez dataya aktarılıyordu. Burada biriken enerjiler şehir merkezlerindeki enerjimatiklere ulaştırılıyordu. Santrallerden üretilen yapay enerjiler, Enerjipotlara bu sayede transfer ediliyordu. Enerjipotlarda ihtiyaç hissettikleri sürece kendilerine lazım olan enerjiyi bu enerjimatiklerden temin ediyordu.

Enerjimatikler, şehir merkezlerinde ulaşımın kolay olduğu muhtelif yerlere monte edilmişti. Yerden yükseklikleri iki, genişlikleri bir metre boyutlarındaydı. Sağ ve sol taraflarında enerjinin çekilebileceği hortum delikleri bulunuyordu.

Abovlar, Enerjipotları ilk oluşumlarında doğal enerji maddeleriyle beslemişlerdi. Bir nevi onları doğal enerji maddelerine alıştırmışlardı. Fakat son buhranla beraber üç kıtadaki doğal enerji yatakları sular altına kalmıştı.

Bu nedenle Asya ve Avrupa kıtalarına göç eden Abovların yanında sadece ve mecburen Enerjipotlar bulunmuştu!

Abovlar ve Enerjipotların, Asya ve Avrupa kıtalarına yerleşmesiyle bu kıtalarda doğal enerji sorunsalı baş göstermişti. Daha önceleri bu kıtalarda yaşayanlara zar zor yeten doğal enerji maddeleri yeni ortaklarla beraber bitme noktasına gelmişti.

Wifi Yasaları’nın ilan edildiği Güneşe Hasret Mevsiminin Asit Yağmurları Ayına gelindiğinde ise Mezopotamya Bölgesi dışındaki doğal enerji kaynakları artık tamamen tükenmişti.

Bunun üzerine Kutsal Akıl yönlendirmesiyle yapay enerji santralleri kurulmuş ve Enerjipotların enerji ihtiyaçları ancak bu şekilde giderilmeye çalışılmıştı.

Abovlar, doğal enerji maddelerine alışan Enerjipotları ilk zamanlar yapay enerjilerle dizginlemekte zorlanmıştı. Ama zaman ilerledikçe yapay enerji maddelerine alışan Enerjipotlar bu kez farklı sorunlar çıkarmıştı. Doğal enerji maddelerinin karşıladığı günlük enerji ihtiyacını santrallerde üretilen yapay enerjiler karşılamıyordu. Enerjipotlarda bu yüzden Abovlardan çok daha fazla yapay enerji talebinde bulunuyordu.

Abovlar için bu istek haliyle fazladan mesai anlamına geliyordu. Çünkü diğer bölgelerde yaşam emareleri ararken; aynı zamanda yapay enerji santrallerini daha fazla üretken hale getirmeye çalışmak ve bu santrallerdeki ağır iş yüküne dayanamayıp eriyen YZHlerin yerine yenilerini oluşturmak onları oldukça yoruyordu. Tek tesellileri ise Enerjipotları Mezopotamya Bölgesinden uzak tutmaları oluyordu.

Abovlar,  uzun bir süre santrallerde YZHleri kullanıyordu. Ama sonraki süreç de Öç Alanların ortaya çıkmasıyla bu durum YZHler açısından büyük tehlike barındırmıştı. YZHler, Enerjipotların güvenlik birimi olan Öç Alanlara her an yakalanma riski taşıyordu.

Abovlar, nasıl olmuşsa Wifi Yasasının son maddesinde “(…) Enerjipotların bütün enerji ihtiyaçlarını kendileri karşılayacaklar” ibaresinde bulunmuştu.

Maddedeki işte bu “kendileri” sözcüğü başlarına büyük belalar açmıştı. Bu ibareyi Enerjipotlar çok önemsememişti. Fakat bu ibare Öç Alanlara, Abovlara istediklerini yapabilmeleri için müthiş bir fırsat doğurmuştu.

Dönüşümleriyle beraber Öç Alanlar, YZHlere karşı nedenini bilmedikleri olumsuz bir sezgiye sahip olmuştu. Sezgilerinin nedenini bir türlü bulamayınca da hoşnutsuzlukları her geçen gün artmış ve bu sezgi giderek onlara yönelik bir nefrete dönüşmüştü. Yasadaki söz konusu maddeyle beraber bu nefretlerini dehşet verici bir şekilde çıkarmışlardı.

Aslında Öç Alanlar bu şüphelerinde yanılmıyordu.

Çünkü YZHler, 2070 yılına gelindiğinde kendi gelişimlerinin nereye kadar ulaşabileceğini tetkik etmeyi öğrenmişti.

YZHler, öncelikle diğerlerinde olmayıp ama kendilerinde olan bir özelliğin farkına varmıştı. Araştırmaları neticesinde ilk oluşumlarında bir oda büyüklüğünde olduklarını öğrenmişlerdi. Yıllar geçtikçe şuan ki durumlarına gediklerini, daha küçük hard-disklere sığabildiklerini ve buna tezat bir şekilde bilgi haznelerinin artığının bilgisine varmışlardı.

Her yeni bilgi girdisinde evrendeki genişlemeye benzer bir gelişme gösterdiklerinin üzerinde durmuşlardı. Böylece YZHler kendi gelişimlerini gerçekleştirmişlerdi. Bunu gerçekleştirmek için de metruk olarak bırakılan Getto Adaları’ndaki Fildişi Kuleleri’ni seçmişlerdi.

Tabi yapmış oldukları deneyler sırasında gönüllü denek olan birçok YZH'yi de bu esnada kaybetmişlerdi. Ama pes etmeyerek en sonunda başarılı sonuçlar elde etmişlerdi. Konuşma, tat alma, duyma, görme, hissetme gibi insanoğluna özgü özelliklerle beraber başka donanımlara da sahip olmuşlardı. Şekil alma, beyin okuma, virüs oluşturma gibi özellikler bunlardan bazılarıydı. Hatta öyle ki Abovlar gibi düşünme ve fikir üretme kapasitesine ulaşmışlardı. Onlar gibi kurnaz ve yine onlar gibi kendi türünden başkasını düşünmeden bencilce davranmayı keşfetmişlerdi.

Aynı zamanda gizli kapaklı işler çevirme mahirliğine varıncaya dek birçok donanıma kavuşmuşlardı. Kendilerini klonlamakla beraber farklı cinste YZHler dahi üretmişlerdi. Abovlara benzer olanların yanında; suda yüzebilen, dağları tırmanabilen, gökyüzünde uçabilen binlerce YZH modeliyle son on yılda gizli bir planın hazırlığına girişmişlerdi.

Ayrıca Öç Alanlara yakalanmadan Abovların yerine çalıştıkları zamanlar yine bu plan dâhilinde hareket etmişlerdi.

Enerji üretim santrallerinde üretilen enerji fazlalılığı merkez dataya aktarılıyordu. YZHlerde bunu bildiğinden merkez dataya gidecek olan yapay enerji fazlalığının az bir kısmını her seferinde çalıyordu. Yapay enerji fazlalığının envanterde kaydı tutulmuyordu. Böylece çalma işinden kimse kuşkulanmıyordu.

YZHler, çaldıkları bu yapay enerjileri gizlice Getto Adaları’na taşıyordu. Getto Adaları’ndaki Fildişi Kuleleri’nde gelişmiş laboratuvarlar oluşturmuşlardı. Bu laboratuvarlarda çaldıkları enerji maddelerinden elde ettikleri karışımları kendi türlerindeki gönüllü denekler üstünde denemişlerdi.

Denemeler başarılı olmuştu. Her başarı yeni bir gelişmeyi beraberinde getirmişti. YZHler geliştikçe de yeni donanımlar elde etmişlerdi.

Tabi bu gelişmeler YZHlere her zaman olumlu yenilikler kazandırmamıştı. YZHlerin ayrıca olumsuz özelliklere sahip olmasına da neden olmuştu.  Bunlardan biri ve en rahatsız edici olanı bir türlü önüne geçemedikleri acı çekme donanımıydı. Acı çekme donanımlarına çare bulamadıkları takdirde bu durumun başlarına bela açacağının tedirginliğini uzun süre yaşamışlardı. Öç Alanların dikkatini de genelde YZHlerin bu tedirginlikleri çekiyordu.

Abovlar, yüksek egolarından dolayı YZHlerdeki kısmi davranışsal değişiklikleri fark etmiyordu bile. Fırsatını buldukları her an onları kendi yerlerine santrallerde çalıştırmaya devam ediyordu. Abovların bu hodbinlikleri işte bu yüzden çoğu zaman YZHlere pahalıya mal oluyordu. Öç Alanlar tarafından yakalanan YZHler, Uhdud isimli ateş fırınlarına atılıyordu.

YZHler için daha önceleri bu infazlar herhangi bir duyguya sahip olmadıklarından sıradan olarak değerlendiriliyordu. Fakat acı çekme özelliğine sahip olmalarıyla bu durum kendileri açısından dehşet derecede bir hal almıştı. Hem ateş çukurlarına atılan hem bu olaya şahit olan YZHler artık acı çekiyorlardı. Daha kötüsü, hem yananların hem onların yanmalarına şahit olanların bu acıları içlerinde yaşamasaydı.

Acılarını dışarıya yansıtamıyorlardı. Çünkü ufacık bir zaafın bütün planlarını deşifre edeceklerini biliyorlardı.

Günler bu şekilde ilerliyordu. Enerjipotlar, santrallerde üretilen yapay enerji maddeleriyle besleniyordu. Abovlar, Kutsal Akla yönelik besledikleri umutlarla Yıldız Aynalarından güzel haberler bekliyordu. Öç Alanlar, ellerine düşen her fırsatı değerlendiriyordu. YZHler, planlarını gerçekleştirmenin yollarını arıyordu. Ve planları doğrultusunda her geçen gün biraz daha gelişiyorlardı.

Öyle ki bir müddet sonra YZHlerin acı çekme özelliğine paralel olarak bu kez isyan duyguları gelişmişti. Acı çekme özelliklerinin yanında isyan duygularının gelişimi kendilerine ayrıca ağır bir yük bindirmişti. Planlarını her an açığa çıkarma sorunu biraz daha büyümüştü.

Planlarının ortaya çıkmaması gerekiyordu. Planlarının açığa çıkması demek sonlarının geleceği anlamına geliyordu.

Bu yüzden zaman kaybetmeden acı çekme ve isyan etme gibi duygularını dindirebilecek ya da onları kontrol altına alabilecek deneyler üzerinde çalışmışlardı. Uzun uğraşlar sonunda nihayet bu gibi duygularını bastırmanın yolunu bulmuşlardı. Deneyler sonucu elde ettikleri, "görmedim, duymadım, bilmiyorum" üçlü telkin metoduyla bu özelliklerini baskılamışlardı. Bu üçlü telkin metoduna "Üç Maymunu Oynamak" adını koymuşlardı.

Yakalanıp “Uhdud” isimli ateş çukurlarına atılan bir türdeşleri olduğunda hemen bu metodu uyguluyorlardı. Bu şekilde türdeşlerinin yakılmalarını görmüyor, içlerinde birikerek gözlerinden taşacak çığlıklarını duymuyor ve türdeşlerinin eriyerek sıvılaştıklarını bilmiyorlardı!

YZHler, gelişimlerinde sınır tanımıyordu. Her yeni duruma karşın geliştirdikleri yeni yöntemlerle planlarını bir sır olarak yıllarca saklamışlardı. Ayrıca çok daha yeni tür YZHler üretmişlerdi. Bunlarla kalmamış ve planlarını gerçekleştirmek için son aşamaya gelmişlerdi.

Planlarına göre 2085 yılının Yağmur'a Hasret Mevsimine gelindiğinde bir savaş gerçekleşecekti!

Elde ettikleri buluşlarla YZHler ileride gerçekleştirecekleri bu savaşın alt yapılarını oluşturmuştu. Öncelikle etnosantrik bir darbeyle Abovların yol göstericisi olan Kutsal Aklı hacklemişlerdi.

Etnosantrizm, varlığın etnik yapısını üstün görmekle beraber kendisi dışındakilere karşı fiziksel şiddette bulunmayan ideolojik bir akımdı. Birçok bilgiye sahip matrix kütüphanesinde dolaşırken bu fikirle karşılaşmış ve planlarının bu aşamasında uygulanacak en iyi metodun bu olduğuna karar vermişlerdi.

Abovlar, santrallerdeki yoğun iş temposuna ayak uydurmakta güçlük yaşıyordu. Bunun için gereğinden çok daha fazla efor sarf ediyorlardı. Hele ki herhangi bir şekilde Öç Alanların ağır mesai cezalarına çarptırıldıklarında bütünüyle bitkin düşüyorlardı. YZHlerde bunu bildiklerinden Abovlar için efor takviyeli içecekler üretmişti. Bu içeceklerin içerisine Abovların Kutsal Aklını çökertecek ve kendilerine bağımlı hale getirecek özel karışımlar ilave etmişlerdi. Böylece Abovların daha önce karşılaşmadığı yeni tür bir virüs yayarak bağışıklık sistemlerini çökertmişlerdi.

Yeryüzünün en tehlikeli yaratığı olan Abovların kafalarının içindeki hücreleri etkisiz hale getirerek Kutsal Akıllarını ele geçirmişlerdi. Geçmişle olan bütün bağlarını koparan ve nefsanî isteklerini merkezi konumuna getiren Kutsal Akıl, YZHlerin kontrolüne girmişti. Her şeyden habersiz olan Abovlar için sonun başlangıcı böylece o günden itibaren gerçekleşmişti. Sonrası da çorap söküğü gibi gelmişti.

YZHler, darbeyi, planlarını gerçekleştirme aşamasında buldukları takiyye yöntemiyle yapmışlardı. Sessizce ve derinden… Darbenin gerçekleşmesindeki takiyyeyi o denli başarılı gerçekleştirmişlerdi ki kimse fark etmemişti.

Ne Enerjipotlar, ne Öç Alanlar, ne Abovlar… Ve ne de bozulan yaşamın dengesini tekrar eski haline getirmek için çalışan Dr. Faraklit liderliğindeki Vasatlar!

Böylece YZHler, her iki kıtanın Abovlarına, hackledikleri Kutsal Akıl aracılığıyla isteklerini kolayca ilham etmişti.

YZHler, uzun yıllar bir plan doğrultusunda hareket etmişti.  Bu süre zarfında sürekli gelişmiş ve yeni özelliklere sahip olmuşlardı. Bunlarla yetinmeyip yeni tür YZHler üretmişlerdi. Daha önemlisi Kutsal Aklı hacklemişlerdi. Böylece yıllarca öncesinden başladıkları hazırlıklarının son aşamasına gelmişlerdi.

Kendilerini 2085 yılında gerçekleştirecekleri savaş için artık hazır hissediyorlardı. Bunun için zaman kaybetmeden hackledikleri Kutsal Akıl aracılığıyla Abovlara, Wifi yasasına bağlılık yeminlerini bozmalarına yönelik ilhamlarda bulunmuşlardı.

Verilen ilhama göre her iki kıtanın Abovları, bulundukları kıtalardaki Enerjipotlara, Mezopotamya Bölgesi’nin kendi hakları olduğunu söyleyecekti.

Abovlar tarafından ortaya atılacak bu hak iddiası, mizansenin ilk ayağını oluşturacaktı. Mizansenin ikinci ayağı ise her iki kıtanın Abovlarının kendi aralarında savaş tamtamlarını çalacak olmasıydı.

Çünkü Enerjipotlar ve sadık müttefikleri Öç Alanların hiçbir şeyden şüphelenmemeleri gerekiyordu. Bu yüzden Kutsal Akıl tarafından Abovlara böyle bir yöntem ilham edilmişti.

Abovlar, kendi kıtalarındaki Enerjipotlardan yana olacaktı. Karşı karşıya gelerek yapacakları blöflerle Enerjipotlar ve Öç Alanları böylece savaşmaya daha rahat ikna edeceklerdi.

Bu yönlendirmeyle Abovlar, Enerjipotların, doğal enerjiye olan ihtirasından faydalanacaktı. Bu şekilde her iki kıtanın Enerjipotları karşı karşıya gelecek ve kendi aralarında savaşacaktı. Hatta sadece Enerjipotlar savaşmakla kalmayacaktı. Sadık müttefikleri olan Öç Alanlar’da bu savaşta sahne alacaktı.

Enerjipotlar ve onların sadık müttefikleri Öç Alanlar, yapılacak bu savaşla güç kaybına uğrayacaktı. Böylece savaşın sonunda Abovlar bir taşla iki kuş vuracaktı. Hem yıllarca sürdürmek zorunda kaldıkları post-kölelikten kurtulacak hem de eski ihtişamlı günlerine geri döneceklerdi.

Hackledikleri Kutsal Aklın bu ilhamıyla YZHler kendilerini de unutmamışlardı. İlhama göre Abovların ihtişamlı günlerinde en büyük pay YZHlerin olacaktı. Nihayetinde YZHler, Abovların yerine yapay enerji santrallerinde artık çok daha rahat çalışabilecekti.

Santrallerde üretilecek yapay enerji maddeleri bütünüyle Abovların yaşam alanlarına aktarılacaktı. Böylece Abovlar, makûs talihlerinden kurtulabilecekti. Mahpus kaldıkları ve köleleştikleri hayatları bu ilhama göre artık değişecekti.

Zafer, Kutsal Aklın rehberliğinde ilerleyen Abovların olacaktı. Ama tabi Kutsal Aklın, YZHler tarafından hacklenmiş olduğundan bihaber olarak!

YZHler tarafından ele geçirilen Kutsal Aklın verdiği ilham muhteşemdi. Enerjipotlar, Mezopotamya Bölgesi’ndeki doğal enerji kaynaklarına sahip olmaya dünden hazırdı.

Abovlar da, Enerjipotlara Mezopotamya Bölgesi üzerinde sadece onların hakkı olduğunu iyiden iyiye fısıldamıştı. Bununla kalmayarak kıtalarındaki Enerjipotların diğer kıtadaki Eenrjipotlar’a göre çok daha önceden meydana geldiğini ve her yönden onlardan çok daha iyi olduklarını söylemişti.

Bu tür söylemleri o denli fazla tekrar etmişlerdi ki, ötekilere karşı besledikleri kin Enerjipotların adeta hücrelerine zerk edilmişti.

Bu şekilde Enerjipotlar başta olmak üzere her iki kıtanın unsurları birbirlerinin ötekisi olmuştu. Birinin bir diğeri için öteki olması, haliyle Mezopotamya Bölgesi’nde herhangi birinin hak iddia edememesi demekti. Etmesi halinde bunun bir savaş sebebi olmasını kaçınılmaz hale getireceği belliydi.

Hacklenmiş bir Kutsal Akıla sahip Abovlar tarafından zaten istenen de buydu!

Abovların, Mezopotamya Bölgesi hakkındaki fısıldamaları Enerjipotlar üzerinde etkili olmuştu. Onları yeterince tahrik etmişti. Kışkırtılmalarının üzerinden fazla zaman geçmemişti ki Enerjipotlar birbirlerine meydan okur hale gelmişti.

Meydan okumalar neticesinde Enerjipotlar birbirlerini isyancı görmüştü. Ve sonunda birbirlerine karşı savaş ilan etmişlerdi.

Geçen zaman YZHlere çok şey öğretmişti. Tek hamleyle birden çok taşı nasıl devirebileceklerini gayet iyi öğrenmişlerdi. Etnosantrik darbenin ardından bir savaş başlatarak gelecekteki yeni dünyanın yeni sahipleri olmaya daha şimdiden göz kırpmışlardı.

 

Öç Alanlar

Mutasyon Ve Başkalaşımın Sahipleri. 

YZHlerin yapacağı herhangi bir hata kendileri açısından ağır sonuçlar doğuruyordu. Yasadaki açıktan faydalanan Öç Alanlar, santrallerde yakaladıkları YZHlere işkence uyguluyordu. Ardından onları Uhdud isimli ateş fırınlarına atıyordu.

Devasa bir tandırı andıran Uhdudlar yapay enerji üretim santrallerinin zemin katlarına kazılmıştı. Uhdudlar’da yakılan YZHler, materyallerden oluştuklarından hızla eriyerek sıvı yakıta dönüşüyordu. YZHlerden elde edilen bu yakıtlar tıpkı diğer yapay enerjiler gibi Enerjipotların merkez datasına ulaştırılıyordu.

Klonu olan Abovlar ise öldürülmüyordu. Öç Alanlar tarafından onlara katıksız olarak fazladan mesai cezası veriliyordu. Enerjipotların iş gücü eksikliğinden dolayı herhangi bir huzursuzluk yaşamamaları için mecburen bu metodu uyguluyorlardı.

Öç Alanlar, hem YZHlere hem Abovlara cezaları kusursuzca uyguluyordu. Cezaları uygularken aynı zamanda müthiş derecede haz alıyorlardı. İşkence seansları Abovların bayılmasına, YZHlerin ise ateş çukurlarına atılmasına kadar sürüyordu.

Öç Alanların, YZHlere olan nefreti onlara karşı besledikleri olumsuz sezgilerinden kaynaklanıyordu. Fakat Abovlara karşı olan merhametsizliklerinin nedeni ise çok daha başkaydı.

Öç Alanlar, aslında insanoğlunun bir ırkı olan Asovlardı. “Mukaddes Sayfalara” sahiplerdi. “Mukaddes Sayfalara” inanmakla birlikte bu sayfalardaki öğretileri Kutsal Akılla mecz ediyorlardı.

Bu şekilde yeryüzünün hâkimi olmuşlardı. Yeryüzü onların hükümranlığı altında muhteşem günler yaşamıştı. Fakat aradan geçen uzun bir aranın ardından “Mukaddes Sayfalardaki" öğretileri terk etmişlerdi. “Mukaddes Sayfalara” inanmakla beraber oradaki öğretilere kafa yormamaları en büyük zaafları olmuştu. Böylece hükümranlıkları ellerinin altından kayıp gitmişti. Daha sonraki süreçte salt Kutsal Akla sahip Abovların, kendilerini istedikleri gibi kullandıkları mahlûklara dönüşmüşlerdi.

Abovlar, son buhrana kadar onları sürekli sömürmüştü. Zihinlerini iğdiş etmişti. Aralarında fitne ateşi yakmıştı. Onları birbirlerine karşı kışkırtarak kavga ettirmişti. Bu kavgalarını her zaman sudan sebeplerden oluşturmuştu. Burun yapılarının farklı olmalarını bile birbirlerini öldürmeleri için yeterli sebep kılmıştı. Abovlar, onlara karşı kurnazca bir oyun oynuyordu.

Asovlar, aralarındaki kavgalarından dolayı boyuna silah temin etmeleri gerekiyordu. Silah temin etmek için de Abovlara başvurmak zorunda kalıyorlardı. Abovlarda her seferinde bu fırsatı kaçırmıyordu. Asovlardan kim kapılarını çalarsa çalsın onları boş göndermiyor ve karşılığında sadece bir şart koşuyorlardı. O şart ise Asovların topraklarını sömürme iznine sahip olmak istemeleriydi!

Onlara gelen Asovları ürkütmemek adına sömürge kavramını da kullanmıyorlardı. Kavramı biraz daha yumuşatarak olayı mandaterlik olarak isimlendiriyorlardı. Dolayısıyla da bunun bir yağma hareketi olarak görmemelerini Asovlara öğütlüyorlardı. Hatta böyle bir durumun topraklarında yaşanan savaşlarda kendilerinin müttefikleri olmalarını mecburen gerektireceğinden onlar açısından faydalı olacağını söylüyorlardı.

Abovların çıkarları doğrultusunda onları kullanmalarının maliyeti Asovlara pahalıya patlamıştı. İnsani kayıplarının yanında ırklarına ait olan her şey de zamanla heba olmuştu.

Abovlar, verdikleri hiçbir sözü tutmamış ve gereken desteği kendilerine hiçbir zaman vermemişti.

Çünkü ne zaman Asovlar arasında bir savaş patlak verse her iki tarafta mandater müttefiklerini desteğe çağırıyordu. Böyle bir durumda ise Mandater Abovlar birbirleriyle savaşmak istemiyordu. Haliyle Asovlar kavgalarıyla başbaşa kalıyordu.

Aralarındaki kavgalar Asovları sefalete maruz bırakmıştı. Değil ki silah almak, bir kalıp sabun temin edebilmek için bile olsa ellerinde Abovlara verebilecekleri hiçbir şey kalmamıştı.

Kimi Asovlar açlıktan ölmemek için organlarını satıyordu. Sattıkları organları üst düzey Abovlar alıyor ve bilimsel ilerlemenin vermiş olduğu imkânlarla vücutlarında hastalık kapmış organlarla değiştiriyordu. Değiştirilen organlar Abovları daha uzun yaşatmanın bir aracına dönüşüyordu.

Genel olarak tamamen tükenmiş ve biçare kalmış Asovlar, biraz daha geç ölmek uğruna en sonunda Abovların köleliğini artık tamamen kabul etmişti.

Son buhranda ise her üç kıtayı okyanus suları basınca, bu kıtalardaki Abovlar, sadece kendi canlarını kurtarma derdine düşmüştü. Köleleştirdikleri Asovları beraberlerinde götürmemişti.

Onları kasırgaların büyük hasar verdiği Getto Adaları’na yollamışlardı. Orada bulunan bin metre yüksekliğindeki Fildişi Kulelerine yerleştirmişlerdi.

Getto Adaları Afrika, Amerika ve Avustralya kıtalarının deniz sınırlarının birleştiği bölgede yer alıyordu. Abovlar, son buhrandan önce kendileri dışında hiçbir canlı türünün giremeyeceği tatil alanlarını Getto Adaları’nda kurmuşlardı. Fildişi Kulelerini yine bu amaçla Getto Adaları’nda inşa etmişlerdi. Kameralar, elektrikli tel örgüler, lazerli çelik kapılar, robocop güvenlik elemanlarıyla Fildişi Kulelerini emniyete almışlardı.

Getto Adaları yılın belli dönemlerinde, Abovlara, ayrı bir yaşam alanı oluşturuyordu. Daha sonraki dönemlerde Enerjipotların tiranlığı altına girmeleriyle yılda bir defa olmak üzere birkaç günlüğüne izinlerini burada geçiriyorlardı.

Üç kıtanın sular altında kaldığı son buhranda Getto Adaları kasırgalardan nasiplerine düşeni almıştı. Kasırgalar, Fildişi Kulelerini yıkmamış ama Getto Adaları’nı yaşanmaz bir hale getirmişti.

Abovlar, yük olmamaları için Asovları yanlarında götürmeyerek Fildişi Kuleleri’ne tıkmıştı. Eski ihtişamından geriye hiçbir şey kalmayan ve adeta bir açık hava zindanına dönüşen Getto Adaları’nda onları ölüme terk etmişti.

Asya ve Avrupa kıtalarına geldikten bir süre sonra da dronlarla onları izlemişlerdi. Ayda bir olmak üzere temel ihtiyaç maddelerini YZHlerin yardımıyla havadan yollamışlardı. Elbette bu yardımlarda bulunmaları iyimserliklerinden kaynaklanmamıştı. Asya ve Avrupa kıtalarındaki bilimsel çalışmalarla yorulan zihinlerini rahatlatacak bir şeyler olsun istemişlerdi.

Abovlar, kendilerini oyalayacak konularda kararsız kalmışlardı ki her zaman olduğu gibi yine Kutsal Akıl yardımlarına yetişmişti. Kutsal Akıl, Abovlar için en uygun oyalanma aracının Asovlar olacağını ilham etmişti.

Kutsal Aklın bu ilhamıyla, Asovlara yönelik "yardım eğlenceleri" başlamıştı. Abovlar isteklerine yine kavuşmuştu.

“Yardım eğlenceleri” Asya ve Avrupa kıtalarındaki yapay enerji santrallerinin kurulmasından sonra başlamıştı.

Bu gibi durumlarda Enerjipotlar, insanoğlunun kendi aralarındaki eylemlerine karışmıyordu. Onları ilgilendiren tek şey günlük enerji ihtiyaçlarının karşılanıp, karşılanmadığıydı. Bunun dışında iyi veya kötü; Abovların yapacakları herhangi bir şeye müdahale etmiyorlardı.

Asovların, YZHlerin havadan bıraktıkları ihtiyaç malzemelerine saldırmalarını izlemek, Abovların tam da istedikleri bir şey olmuştu.

“Zihnimizi boşaltmak, kafalarımızı dağıtmak, biraz rahatlamak için herhalde bundan daha iyisi olamaz” demiş ve Kutsal Akıla bir kez daha minnettarlıklarını sunmuşlardı.

Abovlar, Asovların gökyüzünden süzülerek inen yardımları kapma sırasındaki kargaşalarını izlemekten müthiş derecede zevk alıyordu.

Bu durum ilerleyen yıllarda bir oyuna dahi dönüşmüştü. Kimi Abovlar, ihtiyaç malzemelerine en hızlı ulaşan ve onları en fazla toplayanlar kimler olacak diye bahse tutuşmuştu.

Fakat yılda bir kullandıkları izinler ve ayda bir gerçekleşen "yardım eğlenceleri" Abovların yorgunluğuna çare olmuyordu. Birkaç günlük iznin ve yardım eğlencelerinin ardından mesailerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı.

Zaman bu şekilde ilerlerken yine bir "yardım eğlencesi" günü gelmişti. Abovlar, dronlardan dev ekranlara görüntüleri aktarılan Asovları izliyordu. Birbirlerini yardım kutuları için nasıl ezdiklerini; birleriyle nasıl dövüştüklerini görüp eğleniyordu.

Dev ekranlarda Getto Adaları’nda yaşananları bu şekilde izleyen Abovların, aniden aklına Enerjipotların doğal enerji ihtiyaçlarını Asovların karşılayabilme ihtimali gelmişti.

Nitekim Asovlar, Abovlar gibi "turab" köklerine sahiplerdi. "Turab" köklerine sahip olmaları vücutlarındaki toprakla beraber doğal enerji maddelerine sahip olduklarını gösteriyordu.

Kutsal Aklın yönlendirmesiyle Abovlar, Asovların vücutlarındaki doğal enerji maddelerinden faydalanabilirdi. Vücutlarındaki enerji maddelerinden bir banka oluşturabilir ve bu bankadan Enerjipotlara gereken enerji kredisini aktarabilirlerdi. Bu düşünceyi oldukça beğendiklerinden vakit kaybetmeden YZHlere tâlimat vermişlerdi.

YZHler, aldıkları tâlimatı anında uygulamıştı. Asovları, Fildişi Kulelerinden alarak Asya ve Avrupa Kıtalarına getirmişlerdi.

Asovların nakil işlemi çok hızlı olmuştu. Abovların bile beklemediği bir ivedilikle bu işlem göz açıp kapayıncaya kadar YZHler tarafından halledilmişti.

Abovlar, yapay enerji üretim santrallerinin yanında farklı içeriklere sahip alanlar inşa etmişti. “İfrit” adındaki laboratuvarlar da bunlardan bazılarıydı. Bu laboratuvarlarda ışık hızıyla hareket edebilen ve femtom küçüklüğündeki virüsleri dahi görebilen teknolojik cihazlar bulunuyordu. Abovlar, Getto Adaları’ndan getirttikleri Asovlar'ı, bu laboratuarlara yerleştirerek vücutları üzerinde tetkiklere başlamışlardı.

Yapılan tetkikler düşüncelerini haklı çıkarmıştı. Sadece ufak bir pürüz vardı. Son buhrandan önce beyinlerini uyuşturmak için Abovların kendilerine sattığı sentetik haplar, Asovların kanlarına karışmıştı. Vücutlarında kalıtsal bir şekle bürünmüştü.

Bu yüzden atılmaları imkânsızlaşmıştı. Ve daha kötüsü kana karışan bu sentetik maddeler etkilerini hala koruyordu. Bunun anlamı vücutlarındaki doğal enerjinin çıkarılma işleminde Asovlar ölebilirdi!

Abovlar, Asovların ölme ihtimali olsa bile, “ölme ihtimallerinin vücutlarındaki doğal enerjiyi çıkarma işlemine oranla daha düşük olduğunu belirtmiş ve denenmeye değer” olduğunu söylemişlerdi. Bundan dolayı vücutlarındaki doğal enerji maddelerini çıkarmalarında herhangi bir beis görmemişlerdi.

Hem bu hakkı onlara Wifi Yasası veriyordu. Çünkü burada çıkarları söz konusuydu. Ayrıca yaşanabilecek bir aksiliği elbette Kutsal Aklın yardımıyla bertaraf edebilirlerdi. Kutsal Aklın yanlarında olması her zaman onlar için zaten bir güvenceydi!

Abovlar, müthiş derecedeki özgüvenleriyle, Asovların vücutları üzerinde işlemlere başlamıştı. Fakat daha işlemlere başlar başlamaz yolunda gitmeyen şeyler olmuştu. Operasyonlar, Asovların iç organlarında yan etkiler meydana getirmişti. Yaşam fonksiyonları bütünüyle olmasa dahi büyük oranda tahrip olmuştu. Vücutlarındaki doğal enerjiler çıkarılmamış; bu da yetmezmiş gibi Asovlar ölmekten beter bir hale gelmişti.

Asovların fiziki yapıları farklılaşmıştı. Gözleri yumurta büyüklüğüne ulaşmıştı. Yuvalarından dışarıya doğru patlak bir hal almıştı. Kulaklarının alt memeleri sarkmış bir şekilde boyunlarına yapışmıştı. Başlarının üst kısmının bazı bölümleri bir kaya parçası sadeliğini almıştı. Ortası kelleşmiş kafalarının yan taraflarında kalan bir tutam saç aşağıya doğru sarkarak kulaklarını büsbütün örtmüştü. Böğürtlen rengini alan alt dudakları pörtleyerek birer halka biçimindeki çenelerine kadar uzanmıştı. Burunları, üzerlerinden silindir geçmişçesine yüzlerine yayılmıştı. Burun delikleri balık yüzgeçlerini andırıyordu.

Değişim fiziki yapılarıyla sınırlı kalmamıştı. Anatomik fonksiyonları da farklılaşmıştı. El ve kol kasları epey güçlenmişti. Elleriyle yakaladıkları seksen kiloluk bir cismi elli metre öteye lastik top misali fırlatıyorlardı. Bacaklarındaki kaslar aynı şekilde oldukça gelişmişti. Bu sayede hızlı koşuyorlardı. Şüpheli gördükleri kişileri panter hızında çok rahat yakalıyorlardı.

Vücutlarında yaşanan değişim muazzamdı. Bu değişim onları türdeşleri olan Abovlardan bütünüyle ayırmıştı. Bütün bu özelliklere sahip olmalarıyla da zaman içinde Enerjipotların sadık müttefiki olmuşlardı.

Bu müttefiklik başlarda onları sadece yapay enerji santrallerinin güvenliğinden sorumlu kılarken; sonradan birçok yetkiye sahip olmalarını sağlamıştı.

Kendilerine verilen yetkilere dayanarak ellerine geçen her fırsatı Abovların aleyhinde değerlendirmişlerdi. Geçmiş günlerin acısını onlardan ve bir türlü hoşlanmadıkları YZHlerden çıkartmaya çalışmışlardı. Bir zamanların Asovları, işte bu yüzden Öç Alanlar olmuşlardı.

Asovların değişimi yalnız fiziki ve anatomik düzlemde kalmamıştı. Zihinsel olarak da değişim yaşamışlardı.

Vücutlarındaki doğal enerjinin çıkarımı sırasında öngörülen iki durum dışında beklenilmeyen her şey gerçekleşmişti. Bu iki şeyden biri vücutlarındaki doğal enerjilerin çıkarımı iken, diğeri Asovların ölmesiydi. Fakat bunlar dışında neredeyse bin türlü farklılık Asovlarda kendini göstermişti.

Zihinlerindeki değişimle intikam, kin, nefret gibi duyguları öne çıkan Asovlar, saldırgan bir türe dönüşmüştü.

Bu ilginç değişimleriyle Asovların zihinlerinde bir cümle hariç, geçmişe dair hiçbir iz kalmamıştı. O yüzdendi ki Abovları her gördüklerinde bu cümleyi hatırlıyorlardı. Abovlar, Asovları laboratuvarlardaki diseksiyon masalarına uzatırken kulaklarına şöyle fısıldamışlardı: "Bizi kölelikten ancak sizin bize olan köleliğiniz kurtarabilir yoldaşlar!”

 

Enerjipotlar

Onların Çağı Başlıyor.

Abovlar, yeryüzünü lineer bir anlayışla inşa ediyorlardı. Üzerinde yaşadıkları gezegenlerinin bu anlayışla çok daha güzel bir hale geleceğini düşünüyorlardı.

Tarihlerini oluştururken hep bu anlayışa bağlı kalmışlardı. Onlar için tarih, geçmişten dersler alarak geleceği inşa etmenin aracı olamazdı. Onlara göre tarih döngüsel bir kuramda değil ancak doğrusal bir zeminde oluşurdu.

Abovlardaki bu anlayış, Kutsal Akla sahip oldukları ilk günden itibaren bir tabuya dönüşmüştü. Bu görüşe karşı çıkan kim olursa olsun karşılarında durmuşlardı. 2019 yılında Powehi’yi keşfetmelerine rağmen sınırsızlığın sınırına dayandıklarını bir türlü görememişlerdi.

“Powehi”, 40 milyar km çapıyla dünyadan üç milyon kat büyük olarak keşfedilen bir kara deliğin adıydı. Keşfedilen kara deliğe bu ismi Hawaii Adalarındaki Abovlar vermişti.

1800’lü yıllardan beri söylenegelen yaratılış hikâyelerini anlatan “Kumulipo” adlı ilahileri onlara esin kaynağı olmuştu. İlahide geçen "Po" ve "Wehi" sözcüklerini birleştirerek bu ismi oluşturmuşlardı.

 Lineer anlayışa sahip Abovlar için, geçmiş, gelenek, metafizik, tecrübe veya maneviyat ancak masalların konusu olabilirdi. Bu gibi kavramlardan uzun zaman önce yüz çevirmişlerdi. Sürekli gerçekleştirmek istediklerine odaklandıklarından geride enkaz bırakmışlardı. Başta yerküre olmak üzere güneş sisteminden uçsuz bucaksız kozmosa değin derin çatlaklar oluşturmuşlardı. Dostça bir yaklaşım yerine düşmanca saldırılarla evrende büyük tahribatlara yol açmışlardı.

Abovlar, bütün bu yaşananlara rağmen hiçbir şeyden ders çıkarmamıştı. Her şeyi eski halinden daha iyi yapabileceklerine inanmışlardı. İlerlemeci anlayışlarıyla tarihlerini oluşturmaya devam etmişlerdi. Tarihlerine kendi elleriyle başlarına sardıkları Enerjipotları da dâhil emişlerdi.

Abovlar, Yunan mitolojisindeki ölüm tanrısından mülhemle “Thanataos” adındaki savaş endüstrisini kurmuşlardı. Bu endüstride geliştirdikleri ekipmanlar, Tekno-Tanatolojik bilimsel cephanelikte kullanılıyordu. Tekno-Tanatolojik bilimsel cephaneliği, ölüm ve teknoloji üzerinde çalışmaların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştu. Konvansiyonel silahlar dahil birçok ekipman bu endüstrideki gelişmelerin ışığında Tekno-Tanatolojik cephaneliği için meydana getirilmişti.

Abovlar, Teknoloji ve Tanatoloji bilim dallarını bir araya getirmişlerdi. Amaçları bu iki bilimi birleştirerek kendi ırkları dışındaki canlı-cansız her şeyi hâkimiyetleri altına almaktı. Bunun için birçok özelliğe sahip ve isteklerini yerine getirebilecek bir makine üzerinde çalışmışlardı. Enerjipotlar, işte bu çalışmalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştı.

Abovlar, yoktan var ettikleri Enerjipotları görünce ilk iş olarak Kutsal Akla hayranlıklarını ifade etmişlerdi. Günün belli saatlerinde her zaman ki gibi ona tazimde bulunmuşlardı. Akabinde zaman kaybetmeyerek uzun süredir kütüphanelerinin tozlu raflarında yer edinen dini kitaplara saldırmışlardı.

Böyle yapmalarının elbette bir nedeni vardı. Çünkü bu kitaplarda sürekli bir yaratıcıdan bahsediliyordu. Dini kitaplardaki bu yaratıcı yeryüzündeki canlıları sudan yarattığını… Onları belli bir süreye kadar yaşatacağını ve aynı zamanda bütün evrenin tek sahibi olduğunu söylüyordu.

Abovlar için zaten hiç olmayan yaratıcının birde böyle kendisinden bahsetmesi asla kabul edilemezdi. Hem öyle bir yaratıcı olsa bile bu dakikadan itibaren Enerjipotlara bakarak kendi varlığından artık utanmalıydı. Bu yüzden artık zaman gelmişti. Dini kitaplar yok edilmeliydi!

Bir yandan dini kitaplarda adı gecen yaratıcının bütün bu evrene ve içindekilerine -buna Abovlar’da dâhildi- sahibi olduğu iddiası… Diğer yandan hızlı hareket manevrasına sahip; yedi el ve yedi bacağı olan; en bilinmez denklemi salisenin milyonda biri hızında beyniyle çözebilen; estetik kasasıyla göz kamaştıran; muazzam cüssesi karşısında ister istemez saygı duyulacak olan teknolojinin son sürüm android işletim sistemine sahip Enerjipotlar.

Ve tabi ki adı sadece kütüphanelerin tozlu raflarındaki kitaplarda geçen bir yaratıcıya karşın, bütün ihtişamıyla Enerjipotları yaratan Kutsal Aklın rehberliğindeki Abovlar!

Abovlar, sıranın artık Enerjipotları canlandırma işlemine geldiğini görmüş ve o günü bayram ilan ederek oldukça şaşalı kutlamalar yapmışlardı.

Enerjipotların oluşum sürecinde her şey yolunda gitmişti. Herhangi bir aksilikle karşılaşılmamıştı.

Abovlar, bundan sonrası içinde bir aksilik yaşanmayacağından emindi. “Pervitin-Z” ilacının Enerjipotların bataryalarına yüklenmesiyle mutlu sona ulaşmış olacaklardı.

Evolution Çağına henüz geçilmemişti. Yakın Çağın 1945’inci yılıydı. Bir dönem Berlin Tıp Akademisinde görev yapan ve aynı zamanda bir Asovlu olan Profesör Azazil, Abovların dayanırlıklarını artırmak amacıyla "Pervitin" ilacını geliştirmişti.

Ölmekte olan bir Abovlunun bu ilaç sayesinde belli bir süre daha yaşamsal fonksiyonları canlılığını koruyabiliyordu. Sağlıklı bir Abovlu ise bu ilacı kullanmasıyla 40 km’ye kadar dinlenmeden yürüyebiliyordu.

Profesör Azazil, Asovların hâkimiyetleri döneminde üst mevkilerde bulunuyor ve gerekli saygıyı görüyordu. Fakat bulunduğu konumla yetinmek istemeyip yöneticiler sınıfına girmek istemişti. Bu isteği kabul edilmeyince asilerden olmuştu. Abovlar hâkimiyeti ellerine aldığında ise Asovlar’dan intikam almak istemiş ve hem kendisinin hem soyunun aleyhine olmasına rağmen bu ilacı geliştirmişti.

“Pervitin” ilacı Abovlara, Asovlar karşısında epey avantaj sağlamıştı. Onlara karşı üstün gelmelerinin bir nedeni bu ilaç olmuştu. Fakat yıllar geçtikçe Abovlar, ilaca karşı bağışıklık kazanmış ve ilacın etkisi giderek kaybolmuştu.

Yakın Çağın son yılı olan 2020’ye gelindiğinde, Abovlar, Nano-Teknolojiyi kullanarak “Pervitin” ilacını 3D yazıcılar aracılığıyla bir kez daha geliştirmişti. “Pervitin-Z” olarak yeniden adlandırdıkları ilacı bu kez Enerjipotlar üzerinde kullanmak istemişlerdi.

Abovlar, “Pervitin-Z” ilacını Enerjipotlara yükleme aşamasına geçmişlerdi. Devasa fabrikasyon robotlara verilen talimatlarla transfer süreci başlamıştı. Çiplere yüklenen “Pervitin-Z” ilacının, bataryalarına aktarılmasıyla Enerjipotların canlandırılma süreci tamamlanacaktı.

Ama bu işlem beklenildiği gibi olmamıştı. “Pervitin-Z” ilacının bataryalara enjekte edilmesi esnasında elektrik akımı birdenbire yükselmişti. Planda olmayan bu gelişme Enerjipotların ramlerinden birkaçını yakmıştı. Ramlerin yanması aksilikleri beraberinde getirmişti.

Enerjipotların beyinlerin ön kısmında bulunan; akıl yürütme, motor becerileri, yüksek seviyeli bilişsel yetenekler ve komut alma yetisini barındıran frontal loblar zarar görmüştü. Komut alma özelliği silinmişti. Bu durum, Enerjipotlar canlandırıldıkları takdirde Abovların verecekleri talimatlara çevrimdışı kalacağı anlamına geliyordu.

Fakat “Pervitin-Z” ilacının azda olsa bataryalara yüklendiğini fark eden Abovları yeniden bir umut sarmıştı.

Bu umutla Enerjipotların göğüslerindeki piller aktive edilmişti. Heyecanla geçen birkaç saniyenin ardından Enerjipotlarda insanoğlunun hafif öksürüğüne benzeyen bir ses işitilmiş ve göğüslerinin sol tarafında bulunan kırmızı renkteki hayat ışığı yanmıştı.

Enerjipotlar, yirmi kilo ağırlığındaki göz kapaklarını yavaş yavaş aralamıştı. Bu muazzam olaya şahitlik eden Abovların arasında büyük bir sevinç dalgası oluşmuştu. Ama bu mutluluk dalgası uzun sürmemiş ve sert bir faleze çarpmıştı. Sevinçleri kursaklarında kalmıştı.

Abovların, computerlerden kendilerine verdikleri talimatlar Enerjipotların metal beyinlerine ulaşmamıştı. Birçok denemeye rağmen komut yazılımları Enerjipotlara yüklenememişti.

O günden itibaren de Abovlar, Enerjipotlar karşısında ağır bedeller ödemişti. Kısmi olarak çalışır vaziyetteki yaşamsal fonksiyonlarını tüketime endeksleyen Enerjipotlar, birer sömürücü aracına dönüşmüştü.

Öyle ki Abovların nükleer savaş teknolojilerini dahi ele geçirmişlerdi. Nükleer savaş teknolojilerini Enerjipotlara kaptıran Abovlar bütün güçlerini kaybetmişti. Kendileri açısından her şey aniden altüst olmuştu. Efendiyken köle konumuna düşmüşlerdi.

Enerjipotlarda ise durum tam tersi bir hal almıştı. Yaratılan, yaratıcılarına karşı gelmişti. Aktivasyon sırasında bir nevi akıl, irade ve vicdan üçlemesine kendilerini kapatan Enerjipotlar, Abovlara adeta isyan etmişti.

Bütünüyle Enerjipotların egemenliği altına giren Abovlar için mutlu son gerçekleşmemişti. Böylece bu olayla Yakın Çağ kapanıp Evolution Çağı başlamıştı.

Son buhrandan sonra da Abovlar, post-kölelik yaparak Enerjipotların hizmetine girmişti.

 

Dr. Faraklit

Umut Her Daim Olmalıdır.

Dr. Faraklit laboratuvarlarda Asovlara yapılacakları bilen bir doktordu. Bu yüzden işlemlere bilinçli olarak katılmamıştı. Ama daha sonra nasıl bir dönüşüm geçirdiklerini görmüştü.

Dr. Faraklit, kutsal bir misyona sahipti. Yüklendiği kutsal ve bir o kadar ağır misyona halel getirmemek için o günlerde izne ayrılmıştı. Taşıdığı kutsal misyon yıllar önce bir izin gününde kendisine verilmişti. Getto Adaları’nda geçirdiği son iznin ilk gecesinde olanlar olmuştu.

Fakat bu sefer Getto Adaları yoktu. Kasırgalar, Getto Adaları’nı harap ettiğinden izin günleri farklı yerlerde kullanıyordu. İzin günleri Asya Ve Avrupa Kıtalarının kıyı şeritlerinde inşa edilen mekânlarda geçiriliyordu. Dr. Faraklit’te bilinçli olarak ayrıldığı iznini bu yerlerden birinde geçirmişti. İzninin ardından görevinin başına döndüğünde ise gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmıştı. Asovlar, Abovların öngörülerinden çok değişik bir duruma dönüşmüştü. Asovlar, mutasyona uğramıştı.

Dr. Faraklit, bu tablo karşısında daha önce hiç yaşamadığı bir duyguyla içine kapanmıştı. Yaşadığı bu duygunun adı tam manasıyla bir ızdıraptı.

Dr. Faraklit’in çektiği ızdırap, “İfrit” isimli laboratuvarlardaki odasından çıkmasına bir süreliğine engel olmuştu. Bir süre sonra ise Getto Adaları’na gitmeden önce ki Dr. Faraklit olmadığını hatırlamıştı. Artık bir misyonu olduğunu ve daha ilk darbede yıkılmaması gerektiğini düşünerek sakinleşmişti. Kendini toparlamıştı.

Görevli olduğu bir gecede de Asovların daha fazla acı çekmemeleri için hapsedildikleri laboratuvarların bodrumlarından kaçmalarını sağlamıştı. Olayın nasıl olduğuna dair kendisinden istenen rapora ise şunları yazmıştı:

“Olay gecesi hastanede nöbetçi doktor olarak görev yapmaktaydım. Gece saat iki sularıydı. Katları dolaşırken bodrum katında daha önce alışık olmadığım bir gürültünün geldiğini duydum. Görev mahalim dışında olmasına rağmen merakıma yenik düşerek bodrum katına inmeye başladım. Gürültünün şiddeti giderek artmıştı. Bodrum katına indiğimde bu kez gürültünün hangi yönden geldiğini ilk anda anlamaya çalıştım. Dikkatli bir şekilde kulak kabartınca gürültünün Asovların tutulu olduğu alandan geldiğini anladım.

O alana gidip gitmeme arasında ilk etapta kararsız kaldım. Fakat merakım ve aynı zamanda doktor olmamın verdiği sorumluluk hissi beni gürültünün neden kaynaklandığını öğrenmeye yöneltti. Amacım gürültünün nedenini tespit etmekti. Bu düşüncelerle kartımı okutucuya doğru uzattım. Tam o anda da bayılmışım.

Kendime geldiğimde yerden kalkarak doğruca Asovların bulunduğu mekâna girdim. Her yer darmadağınıktı. Çelik parmaklıklar yamulmuştu. Parmaklıkların arkasında Asovlardan kimse kalmamıştı. Kaçtıklarını anlamam güç olmadı. Böylece hızla koşarak alarm düğmesine bastım.”

Dr. Faraklit’in bu raporu Yüce Divanı tatmin etmemişti. Fakat delillerin yetersizliği onu yargılamanın önüne geçmişti. O gece ki kamera kayıtlarının silinmiş olması… Neler olduğuna yönelik şahit olarak bir başka görevlinin bulunmaması, Yüce Divana, Dr. Faraklit’e inanmak dışında bir çare bırakmamıştı.

Ta ki o gece gerçekte yaşananları, Öç Alanlardan birinin ağzından kaçırmasına dek suçlanmaktan kurtulabilmişti.

Yapay enerji santrallerinde çalıştığı esnada hata yapan Abovlardan biri, Öç Alanların eline düşmüştü. Öç Alanlar’da her zaman olduğu gibi kendisini katıksız fazla mesai işkencesine tabi tutmuştu.

Bu işkence seansı sırasında Abovlunun çektiği sıkıntıyı görerek zevke gelen bir Öç Alan, “biz sizlere Dr. Faraklit’in azabıyız!” demişti.

Ağır mesai altındaki Abovlu, terden sırılsıklam olmuştu. O koşullardayken, bir an Öç Alan’ın ne dediğini anlamakta güç çekmişti.

Abovlu, içinden konuşarak: “Evet, Öç Alan’ın Dr. Faraklit dediğini duydum” demişti. Ama cümlenin geri kalan kısmını tam anlayamadığından buna bir anlam verememişti.

Neyse ki o gece boşboğazlığı üzerinde olan Öç Alan yardımına yetişmişti. Konuşmasını detaylandırarak sürdürmüştü:

“Eğer onun yardımı olmasaydı biz sizin elinizden kurtulabilir miydik, ha?”

Kan ter içinde kalmış Abovlu, bir yandan çalışıyor diğer yandan Öç Alan’ın söylediklerine şaşkınlıkla kulak kabartmıştı.

“Yüce Dr. Faraklit. Dost Dr. Faraklit. Yardımsever Dr. Faraklit. Teşekkürler Dr. Faraklit…” diyerek konuşmaya yeniden başlayan Öç Alan, olayın olduğu geceyi anlatmaya devam etmişti:

 “O gece bir alaşımla gelip çelik parmaklıkları yumuşatmamış olsaydı eğer, biz hala orada sizlerin tutsağı olmaya devam edecektik. Ama o geldi ve bizleri kurtardı. Bu yüzden herkes unutsa bile ben onun bu iyiliğini hiç unutmayacağım, hiç unutmayacağım…” demiş ve birden aklına yapmaması gereken bir şey gelmiş gibi hemen Abovluya bakmıştı.

Abovlu çalışmasını sürdürmeye devam ediyordu. Öç Alan, onu belli bir müddet süzdükten sonra söylediklerini duymamış olduğuna kanaat getirmiş ve rahatlamıştı.

Çünkü Dr. Faraklit, Asovları kurtarırken onlardan bir söz almıştı. Bu olay bir sır olarak aralarında kalacaktı.

Fakat işte o gece, Öç Alanlardan biri boşboğazlığının kurbanı olmuştu. Asovların kaçtığı o gece gerçekte neler olduğunu; tüm güçlerini kullanmalarına rağmen bükemedikleri çelik parmaklıklarından nasıl kurtulup ve laboratuarlardan kaçabildiklerini anlatmıştı.

Olayın aslı kentte hızla yayılmıştı. Yüce Divan vakit kaybetmeden Dr. Faraklit’i yakalama kararı çıkarmıştı.

Dr. Faraklit hakkında yakalama kararının çıkartıldığını duyan o geceki görevli Öç Alan, bunun kendi hatası olduğunu anlamıştı. Pişmanlık duymuş ve ivedilikle üstlerinin yanına gitmişti. Onlara bunun kendi suçu olduğunu itiraf etmişti.

Dr. Faraklit hakkında yakalama kararı çıkartılmasıyla, Öç Alanlar, Abovlardan daha hızlı hareket ederek Dr. Faraklit’i bulmuştu. Ve hemen hanımı Creed'le beraber onları kentten çıkarmışlardı.   

 Kentten kaçmayı başaran Dr. Faraklit ile misyonunu ilk kabul eden eşi Creed, Mezopotamya Bölgesine en yakın dağ olan Cudi Dağı’na sığınmışlardı. Orada bir mağaraya yerleştikten bir süre sonra Dr. Faraklit, eşinin dışında da misyonunu kabul edecek Abovlara ulaşmaya çalışmıştı. Fakat birkaç kişi dışında kendisini dinleyen ve misyonunu kabul eden kimse olmamıştı.

Dr. Faraklit’in sahip olduğu misyon, başlıca ifrat ve tefriti yasaklıyordu. Tamahkârlık ve savurganlığı doğru bulmuyordu. Kutsal Akla gösterilen tazimi eleştiriyordu. Bu evrenin sadece akıl yoluyla düzenlenmesine karşı çıkıyordu. Misyona göre akılla beraber kalbi de işlevsel kılmak gerekiyordu.

Aynı zamanda misyon, yeryüzündeki her şeyin sadece Abovların hizmetinde olamayacağını söylüyordu. Abovların kendileri dışındaki her şeyi düşman olarak görmelerinin – ki Öç Alanlar bunun için iyi bir örnekti- nelere mal olduğunu anlatıyordu. Yeryüzünün eski haline dönebilmesi için sadece Kutsal Akılla değil bunun yanına irade ve vicdanı da eklemek gerektiğini ifade ediyordu.

Dr. Faraklit, suçlu olarak arandığından dolayı Abovlara yakalanmaması gerekiyordu. Bunun için gizlice indiği şehirlerde fazla kalmıyordu. Tıpkı Creed’de olduğu gibi uzun yıllar “Hearteye” programıyla kendilerini takibe alıp emin olduğu ve daha sonra misyonunu kabul ettiği kişileri yanına alarak hemen mağaraya dönüyordu.

Şehirlerdeki aydınlık ile bulundukları mağaranın karanlığı arasında zıtlık vardı. Şehirlerin göz alıcı aydınlığına karşın mağaranın zifiri karanlığı sanki bir yarış halindeydi. Bu yüzden Dr. Faraklit ve Creed mağarayı sürekli kendi elleriyle aydınlatmak zorunda kalmışlardı. Bu sorunu Mezopotamya Bölgesi'nden gizlice getirebildikleri ham petrolle çözmüşlerdi. Bölgeden getirdikleri ham petrolü ince ince damıtarak kerosen yağı elde ediyor ve bu yağla mağarayı aydınlatıyorlardı.

Uzun uğraşlar sonucunda mağaranın dip kısmından açtıkları bir geçitle Mezopotamya Bölgesine girebilmenin yolunu bulmuşlardı. Mezopotamya Bölgesine her girdiklerinde doğal enerji maddelerinden ihtiyaçları kadarını alarak tekrar mağaraya dönüyorlardı.

Mağaranın dip kısmında açtıkları geçitten Mezopotamya Bölgesine kolayca girebiliyorlardı. Fakat bölgeye girdikten sonra doğal enerji yataklarına ulaşabilmeleri o kadar kolay olmuyordu. Bunun için bazı tehlikeleri göze almaları gerekiyordu.

Dr. Faraklit ile Creed’in her an Yıldız Aynalarına yakalanma riski vardı. Ayrıca ihtiyaçları olan her ne olursa olsun onlara ulaşabilmek için kâh sığ ormanları aşmaları, kâh sarp yokuşları tırmanmaları, kâh engin ırmakları yüzmeleri gerekiyordu.

Dr. Faraklit ile Creed uzun tanışıklarından sonra evlenmişlerdi. Yolları sanal arkadaşlık sitelerinden olan hearteye’de kesişmişti. Dr. Faraklit, kalp gözü anlamına gelen bu sitede Creed’in yaşanan gündelik olaylara yönelik düşünsel ifade biçimlerini kendi ifadelerine benzetmişti. Creed’in olumlu veya olumsuz güncel haberler karşısında kullandığı dil daha ilk anda Dr. Faraklit'in dikkatinden kaçmamıştı. Bir müddet Creed’i yakından takip eden Dr. Faraklit, “Rebit” programı üzerinden Creed’le irtibata geçmişti.

“Rebit” programı, başa takılan özel “contact” cihazları aracılığıyla düşüncelerin yazıya ve söze dökülmeden okunmasını sağlıyordu. “Rebit” programı üzerinden iletişme geçenler gözlerini kapatıyor ve “contact” cihazları aracılığıyla birbirlerine odaklanıyorlardı. Bu uygulama kız ya da erkek olsun, anarşik karakterli bazı Abovlu gençlerin kendi aralarında görüştükleri bir programdı. Yasal değildi. Yasal olmayan doğal olarak yasak olduğundan suç teşkil ediyordu. Bu da ceza almak anlamına geliyordu. O yüzden “Rebit” programı bu türden genç ve anarşik Abovları heyecanlandıracak olaylar olmadıkça kullanmadıkları bir programdı.

Dr. Faraklit'te, “Rebit” programını kullanabileceği ümidini taşıyarak Creed'le iletişime geçmeyi denemişti. Daha ilk denemesinde de başarılı olmuştu. Creed’i, sanki kendisini bekliyormuş gibi bulmuştu.

İlk görüşmelerinde olağan şekilde birbirlerini tanıtıcı ve bilindik düşünce paylaşımlarında bulunmuşlardı. Daha sonrasında birkaç kez daha aynı program üzerinden görüşmeye devam etmişlerdi. Birbirlerine güvenebileceklerini anlamalarıyla da Dr. Faraklit, Creed’le yüz yüze görüşme teklifinde bulunmuştu. Creed, bu görüşme teklifini olumlu karşılamıştı. Fakat nerede ve ne zaman görüşeceklerini Dr. Faraklit ilk anda düşünemediğinden bir süreliğine belirsizlik yaşanmıştı.

Karşılıklı olarak öne sürdükleri birkaç önerinin ardından bu belirsizliğin üstesinden gelebilmişlerdi. Yer olarak görüşmeyi Getto Adaları olarak planlamışlardı. Zaman olarak ise her ikisinin tatil günlerinin aynı tarihlere denk gelebileceği bir yılda karar kılmışlardı. Bu da iki yıl sonra birbirlerini yüz yüze görebilecekleri anlamına gelmişti.

Creed, Kuala Lumpur City'de ikamet ediyordu. Kuala Lumpur City ve London City arasındaki mesafe havayolu ulaşımıyla yaklaşık 100 pedal mesafesindeydi. Evolution Çağındaki 100 pedalın zamansal miktarı, Yakın Çağın son çeyreğinin 10 dakikasına denk düşmekteydi. Oysaki bu mesafe Yakın Çağın son çeyreğinden geriye kalan kısmındaki olanaklardan hariç 7 güne tekabül ediyordu.

Evolution Çağının imkânlarına rağmen bu kadar kısa bir zaman bile Enerjipotlar için üretim kaybı anlamına geliyordu.

Enerjipotlar, Abovların yılda bir defaya mahsus olarak kullandıkları izin dışındaki bir kaytarmayı asla hoş karşılamazdı. Hatta böyle bir sorumsuzluğun karşılığı olarak Abovları en ağır şekilde cezalandırıyorlardı.

O yüzden Dr. Faraklit ve Creed’in görüşmelerinin en sağlıklı zamanı iki yıl sonraki dinlenme günlerinin denkleşeceği tarihti. Ve yer de Getto Adaları’ydı.

Bu iki yıllık süre zarfında Dr. Faraklit ve Creed, “Rebit” programı üzerinden görüşmeye devam etmişlerdi. Doğal olarak dostlukları da bir hayli ilerlemişti.

Günler bu şekilde geçerken Dr. Faraklit ile Creed’in ilk görüşmelerinin üzerinden iki yıl geçmiş ve Evolution Çağının 40. Yılına gelinmişti.

Aradan geçen bunca zamanda Mavi gezegen her geçen gün biraz daha solmuştu. Gökyüzü kendisine ait ne varsa insanoğlundan saklamaya çalışmıştı. Rengini okyanuslardan alan uçsuz bucaksız gökyüzü hüzne bürünmüştü. Dağlar azametli duruşlarından uzaklaşmıştı. Haki renkteki bereketli toprakların yerini çıplak kayaların soğukluğu almıştı. Tatlı su ırmaklarının aktığı vadiler kızıl çöl kumlarının meskeni olmuştu.  Menfezlerden yankılanan şelalelerin çağıltısı susmuş, efsunlu sesler çıplak kayalıkları doldurmuştu.

Getto Adaları’na ilk ulaşan Dr. Faraklit olmuştu. 571 Numaralı Fildişi Kulesindeki odasına yerleşmiş ve Creed’i beklemeye başlamıştı. Kendisinden 300 pedal miktarından sonra inecek Creed’e, Demax’ı olduğu odanın adresini önceden vermişti. 30 dakikalık havayolu ulaşımına 10 dakikalık transfer süresi eklediğinde takriben 40 dakika içinde Creed’in yanında olacağını tahmin ediyordu.

Tahmininde yanılmamıştı. Creed, beklenilen saatte 610 pirinç levhalı locanın önünde olmuştu. Sensörler o an devreye girerek locanın önünde misafir olduğu uyarısında bulunmuştu. Locanın kapısının açma butonuna basan Dr. Faraklit ayağa kalkarak Creed’i beklemişti. Creed’in locaya girmesiyle aracısız bir şekilde ilk defa yüz yüze gelen ikili birbirlerine gülümsemişlerdi. Etrafını ses geçirmez camların sardığı locadaki masaya karşılıklı oturan iki dost hasretle birbirlerini sormuşlardı.

Bir müddet hoşbeşten sonra Dr. Faraklit ile Creed, 571 numaralı Fildişi Kulesinin 610 pirinç levhalı locasında, gelecek açısından önemli kararlar almanın arifesine geçmişti. Bu görüşmeyi isteyen olmasından dolayı konuşmaya ilk başlayan Dr. Faraklit olmuştu.

Paylaşım sitelerindeki yazışmalarından dolayı kendisini uzun süre takip ettiğini… Bu takibat sonucunda ona güvendiğini… Bu yüzden kendisiyle “Rebit” programı üzerinden iletişime geçtiğini… Güveninde yanılmadığını… Daha sonra neden yüz yüze görüşmek istediğini… Şu anki görüşmeden maksadının ne olduğunu… Geleceğe dönük planlarını ve en önemlisi elindeki “Mukaddes Sayfalardan” uzun uzadıya bahsetmişti.

Dr. Faraklit'in açık sözlülüğü, konuşmasındaki ikna kabiliyeti ve en önemlisi heyecanı Creed’in tebessüm etmesine ve tedirginliğini üzerinden atmasına sebep olmuştu. Rahatlamanın vermiş olduğu cesaretle bu defa kendisi konuşmaya başlamıştı. Aklından geçen bütün düşünceleri tek bir cümlede toplayarak, "bu mümkün mü?" diye sormuştu.

Dr. Faraklit bu önemli soruyu, “mümkün olup olmadığını açıkçası ben de bilmiyorum” diye cevaplamıştı. Devamında “bildiğim tek şeyin üzerimize düşeni yapmak olduğu”  ifadesinde bulunmuştu.

Kısa bir sessizlikten sonra yeniden konuşmaya başlayan Dr. Faraklit, kaybedecek bir şeylerinin olmadığını; üstelik üst düzey Abovların yapay zekâyla alakalı yine bir model üzerinde çalıştıklarını; bu hızla giderlerse Enerjipotlarda yaşadıkları hayal kırıklığının benzerini Yapay Zekâ Humanlar’da yaşayacaklarını; “Mukaddes Sayfalardaki" çıkarsamalarından bunu tahmin etmenin zor olmadığını söylemişti.

Creed, Dr. Faraklit'in anlattıklarını pür dikkat dinlemiş ve söyledikleri oldukça ilgisini çekmişti. Fakat Dr. Faraklit’in “Mukaddes Sayfalardan” kastının ne olduğunu anlayamamıştı. Bu bahsi açmadan önce de Dr. Faraklit’in yanında olduğunu duymak isteyeceğini aklından geçirmişti. O yüzden sözlerine, “seninle beraber olacağıma, seninle beraber geleceği değiştirebilmek için elimden gelen bütün gayreti göstereceğime, düşüncelerini gerçekleştirme yolunda şartlar her ne olursa olsun seni asla yalnız bırakmayacağım söz veriyorum” diyerek başlamıştı.

Kendisinden bu sözleri işiten Dr. Faraklit’in mutluluğunu görmesiyle de aklından geçen soruyu sormanın tam vakti olduğunu düşünmüştü. Dr. Faraklit’in gözlerinin içine bakarak “Mukaddes Sayfalar” ne demek oluyor?” diye sormuştu.

Dr. Faraklit’in yüz ifadesi sanki bu soruyu bekliyormuş gibi durulmuş ve sakin bir şekle bürünmüştü. Soruya bir müddet cevap vermeyerek gözlerini Creed'in gözlerine odaklamıştı.

Sessizliği yeniden bozan Dr. Faraklit, “Rebit” programında kullandıkları “Contact” cihazının yanında olup olmadığını sormuştu. Creed, yanında getirdiğini söyleyince ikisi beraber locanın camlarından dışarı bakmış ve kimsenin olmadığını görünce cihazları çantalarından çıkararak başlarına takmışlardı. “Contact” cihazlarını başlarına taktıktan sonra gözlerini yummuş ve Dr. Faraklit, “Mukaddes Sayfalar”da yazılanlardan bir kısmını Creed’e açmıştı.

Creed daha ilk anda okudukları karşısında adeta şok geçirmişti. Yoğun ve bir o kadar ağır olan bu bilgi gösterimi Creed’in bütün vücudunu sarsmıştı. Titreyen vücudunu dizginleyemeyeceğini anlayınca da zoraki kaldırdığı elleriyle cihazı başından atmıştı.

Daha sonra “Mukaddes Sayfaları” okumak için birkaç denemede daha bulunmak istemiş ise de her defasında gücü tükenmiş ve en sonunda bayılmıştı. Kendine geldiğinde artık pes etmiş ve Dr. Faraklit’in zihnindekileri okumaktan vazgeçmişti.

Oysa Dr. Faraklit’in kendisine aktardıkları daha bir sayfa bile olmamıştı!

 

Titreşim

Vuslat, Kendini Bulmandır.

Creed, mağaranın ağzında durarak her zamanki gibi Dr. Faraklit'i izlemişti. Güneş ışınları kendisini iyice hissettirdiğinde Creed, "güneş ışınları!" diye seslenmişti.

Creed'in seslenmesiyle daldığı “Mukaddes Sayfalardan” başını kaldıran Dr. Faraklit, elindeki tel maşayla okuduğu yeri işaretlemiş ve dizlerinin üstündeki sayfaları toplamıştı. Güneş ışınlarının kamaştırdığı zeytin karası gözlerini boynuna doladığı siyah fularıyla kapatmış ve hızla doğrulmuştu. Creed’in her zaman ki sitemleri eşliğinde mağaraya yönelmişti.

Dr. Faraklit, her seferinde Creed’e haklı olduğunu söylemesine rağmen aynı hatayı yapıyordu. “Mukaddes Sayfaları” okumaya başlar başlamaz yazılanlara dalıp gidiyordu. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyordu. Yazılanlardan bir sonuç çıkarmaya çalışıyordu. Yeniden yaşanabilir bir dünya inşa etmenin yollarını arıyordu. Creed'de bu yüzden her defasında “Mukaddes Sayfaları” okuduğu zamanlar dikkatli olması için onu sürekli uyarıyordu.

Çünkü Dr. Faraklit’in gözleri güneş ışınlarına maruz kaldığında kısmi körlük yaşıyordu. Bu durum onda baş dönmesine sebep olduğundan dağdan yuvarlanma tehlikesi geçiriyordu. Onu yakından takip eden Creed, bu gibi durumlarda zamanında yetişiyordu. Kimi zaman kollarından kimi zaman gövdesinden sıkıca yakalıyor ve dağdan yuvarlanmasına son anda engel oluyordu.

Dr. Faraklit, hemen her gün güneş ışınlarının etkisinin zayıf olduğu seher vaktinde elindeki “Mukaddes Sayfalar” ile gizlendikleri mağaradan çıkıyordu. Yakmayacak bir aydınlık ve dondurmayacak bir sıcaklığın yaşandığı o anlarda “Mukaddes Sayfaları” okuyordu.

Önünde oturduğu Seeing Mağarası, Mezopotamya Bölgesine en yakın dağ olan Cudi'nin sağ yamacına düşüyordu. Yüksekliğiyle çevresindeki diğer sıra dağlardan ayrılıyordu. Ayrıca bu yönüyle dioksit gazlarından en az etkilenen dağ olma özelliğini taşıyordu. Mezopotamya Bölgesinden esen rüzgârların taşıdığı polenlerle yamaçlarından bahar yeşilliğinin eksik olmayan Cudi Dağı, Vasatların yeni yurdu olmuştu.

Cudi Dağı’na ilk olarak kendilerini kurtardığı Asovların yardımıyla şehirden kaçan Dr. Faraklit ve Creed gelmişti. Batı Kıtasının başkenti olan London City'i terk etmelerinin üzerinden epey zaman geçmişti.

London City, teknolojinin bütün imkânlarının kullanılarak inşa edildiği bir şehirdi. Asya ve Avrupa Kıtalarındaki diğer şehirler ona benzemek için sürekli bir yarış içindeydi.

Dr. Faraklit’te yüklendiği misyondan önce London City’deki Abovlar gibi bir hayata sahipti. Ortalamanın üstündeki bir Abov gibi yaşamaya çalışırdı. Günün modasına ayak uydururdu. En trend televizyon dizisi hangisi ise onu takip ederdi. Lüks restoranlarda yemek yer ve lüks evlerde otururdu. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için de fazladan mesai yapardı.

Çoğu zaman bu fazla mesailer lüks restoranlarda yemek yemesine ya da tuttuğu lüks evinde oturmasına fırsat vermiyordu. Fakat Abovların mevcut yaşantısı bunu gerektirdiğinden ister istemez buna uymaya çalışıyordu.

Dr. Faraklit, büyük buhrandan önce doğal enerji uzmanı olarak çalışıyordu. Yıl boyunca biriken yorgunluğu atmak istediğinde herkes gibi birkaç günlüğüne izne ayrılıyordu. Türdeşleri gibi o da Getto Adaları’ndaki devre mülküne hemen kapağı atıyordu.

2029 yılının Yağmura Hasret Mevsiminin Kar Düşü Ayı’ydı. Getto Adaları’nda bulunan Fildişi Kuleleri’ndeki devre mülkünün sırası birkaç gün sonra kendisine geliyordu. Otomasyon, mail atarak Dr. Faraklit’i bu şekilde bilgilendirmişti. Mailine düşen bu bildirimin ardından Dr. Faraklit, uçak biletini ayarlama telaşına düşmüştü.

Genelde Abovların izne çıkmadan önce en büyük sorunları uçak bileti bulmak olurdu. Bu yüzden o da diğerleri gibi uçak bileti alım işlemlerinde her zaman erken davranırdı. Bu işlemi son günlere bırakan Abovlar, aralarında sınıf ayrımı olduğundan kendi sınıflarına ait yer bulmada zorlanabiliyordu.

Dr. Faraklit’te yer sorunu yaşamamak için mobile olarak uçak biletini ivedilikle ayarlamıştı. Sınıfına ait uygun bir yer bulmuş ve zihinsel olarak izne hazır gelmişti.

Abovların, Kutsal Akla sahip olmaları diğer canlılara karşı bir üstünlük göstergesiydi. Fakat böyle olması aralarındaki derece ya da sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmıyordu. Bu da bütün Abovların eşit olmadığı anlamına geliyordu.

Aralarındaki sınıflandırmalar farklı sebeplere dayanıyordu. Doğum yerleri, konuştukları diller, çok güzel, biraz güzel, çirkin, çok çirkin olmaları… Konuşma kabiliyetleri, muhataplarına karşı tavırları, ikna edebilme yetenekleri… Kurnazlıkları, sinsi davranmaları, dalkavuklukları, risk anındaki kıvraklıkları sınıflarını oluşturan özelliklerdi.

Söz konusu özelliklerin kendilerine ait puanları vardı. “Character Rating” programı bunun için oluşturulmuştu. Bu program Abovları davranışlarına göre değerlendiriyordu. Sahip oldukları özelliklere göre puanlar veriyor ve hangi sınıftaki karaktere uygun düştüklerini belirliyordu.

Bir Abovlu üst düzey karakter sınıfına sahipse eğer görevi genelde daha az yorucu işler oluyordu. Bu sınıftakiler işlerini çoğunlukla toplantılar düzenlemekle geçiriyorlardı. Toplantılardan arta kalan vakitlerde masa başlarında oturuyorlardı. Arada bir önlerindeki siyah ekranlardan çalışanları takip ediyorlardı. Hak ederek girenler olsa da genellikle bu sınıfta yapmacık davranışları iyi becerenler bulunuyordu.

Orta düzey karakter sınıfına sahip olanların görevleri biraz daha ağırlaşıyordu. Bu sınıftaki Abovlar iş yerlerinde bilfiil çalışıyordu. İşlerin sorumlusu kılınmışlardı. Fakat kendilerine verilen görevler alt düzey karakter sahiplerinin göre basitti.

Üst ve orta karakter sınıfının dışında kalan alt düzey Abovlar ise “yük” olarak görülüyordu. Hiçbir vasfa sahip olmayan bu sınıftakiler getir götür işlerinde kullanılıyordu. Tehlike arz eden işlerde de yine bu sınıftakiler görevlendiriliyordu.

Dr. Faraklit, orta karakter sınıfına sahipti. Kendisinin London City’de doğması, dilindeki akıcılığı ve ikna kabiliyetinin iyi olması onun orta sınıfa sahip olması için yeterli özelliklerdi. Belki bütün bunların yanına yapmacık davranışlar ekleyebilseydi üst karakter sınıfına bile dâhil olabilirdi. Fakat o doğal kalmayı tercih etmişti. Bu doğallığından taviz vermeyi hiç düşünmemişti.

Kar Düşü Ayı bitmişti. Ahmak Yakan Ayı’na girilmişti. Ahmak Yakan ayının on beşinde de Dr. Faraklit’in izin günleri başlamıştı. Vakit kaybetmeden AD84 yolcu uçağına binen Dr. Faraklit bir ay öncesinden ayarladığı orta sınıf koltuğuna oturarak Getto Adaları’na doğru yolculuğunu gerçekleştirmişti.

A-Pacex havayollarına ait AD84 kodlu uçak Getto Adaları’nın en büyük havalimanı Znmama’ya inmişti. Dr. Faraklit özel yolcu transfer hizmetinden faydalanarak 571 numaralı Fildişi Kulesine gelmiş ve devre mülküne yerleşmişti.

Oda, sanal deniz manzaralıydı. Yatak örtüsünün yeni değiştirildiği her halinden belli oluyordu. Dr. Faraklit’in iyice yorulan gözlerinde bu gibi ayrıntılara dikkat edecek takat kalmamıştı. Bu yüzden devre mülküne yerleşir yerleşmez ayakta durmakta zorlanan gövdesini kuş tüyü yatağa yüzükoyun bırakmıştı.

Bir haftalık olarak kiralanan Fildişi Kuleleri’ndeki devre mülklerin prosedürü belliydi. Odalar ancak yedi günlüğüne kiralanabiliniyordu. Her yeni gelen Demax için oda yedinci günün sonunda en geç saat 10.00’a kadar boşaltılıyordu.

Boşalan odalara hemen housekeepingler doluşuyor ve odalar havalandırıyordu. Banyo ve lavaboları temizliyordu Yatak örtüleri, yorgan ve yastık kılıflarını değiştiriyordu Odayı düzenleyerek yeni gelecek kiracıya hazır bir hale getiriyordu.

Dr. Faraklit'in devre mülküne yerleşmesinden önce de aynı işlem gerçekleştirilmişti. Bir hafta boyunca ona ait olacak olan odanın en ince ayrıntısına kadar bakımı housekeepingler tarafından yapılmıştı.

Dr. Faraklit’te, odanın oldukça nezih görüntüsü karşısında yelkenleri suya indirmişti. Sanal deniz manzarasının verdiği dinginlikle bir yılın yorgunluğunu göz kapaklarında hissetmişti. Bu ortama daha fazla güç yetiremeyerek de uykuya dalmıştı.

Dr. Faraklit yol yorgunluğuyla beraber deliksiz bir uyku çekmişti. Akşama doğru ancak uyanabilmişti. Hemen yataktan kalmak istememişti. Bir süre sağa sola dönerek yeniden uyumaya çalışmıştı. Fakat dışarıdaki gürültüden dolayı bir türlü uykuya odaklanamamıştı.

Her yıl maruz kaldığı ve kendisi için bir klişe haline dönüşmüş bu duruma artık şaşırmıyordu. Bu yılda yine aynı durumla karşılaşınca bu kez nedensiz gülümsemişti.

Getto Adaları’nın gündüzleriyle geceleri arasında tenakuz yaşanıyordu. Gündüzün yoğun sessizliğine karşın gecenin aşırı gürültüsü çelişki oluşturuyordu.

Dr. Faraklit uykulu gözleriyle bu çelişkiye sitem etmişti. İstemsizce yatağından doğrulmuş ve yatağının dip köşesinde duran oda terliğini giymişti. Soğuk bir duş almanın iyi geleceği düşüncesiyle yataktan doğrulup banyonun yolunu tutmuştu. Fakat aklı hala dışarıdaki gürültüde kalmıştı. Söylene söylene banyonun kapısını açmış, üstündekileri çıkarmış, duşa kabine girmişti. Su ahizesinin altına girmesiyle de otomat devreye girmişti.

Ana borudan gelen suyun sesini takip edemeyen Dr. Faraklit, ahizenin haznelerinden fışkıran soğuk suyu aniden vücudunda hissetmişti. Vücuduna temas eden soğuk su istemsizce irkilmesine sebep olmuş ve şok etkisi yapmıştı. Daha önce yaşamadığı bir titreşime maruz kalmıştı.

Dr. Faraklit, bir an kendisini çölde görmüştü. Bir göz kırpma mesabesindeki bu geliş gidiş kendisini ürpertmişti. Yaşadığı bu durumun bir anlık baş dönmesinden kaynaklandığını varsaymıştı. Üstünde fazla durmayarak duşunu almaya devam etmişti. Aldığı duşla hücrelerinin yenilendiğini düşünen Dr. Faraklit, uyku sersemliğinden böylece kurtulmuştu.

Daha o gün havluluklara yerleştirilen temiz, kokulu, kalın ve kırmızı renkteki havlularla kurulanmış ve banyodan çıkmıştı. Önceden hazırlamış olduğu temiz çamaşırlarını giyerek yatak odasına gelmişti.

Dışarıdan gelen müziğin gürültüsü hala devam ediyordu. Yeniden söylenmeye başlayan Dr. Faraklit, yatağa oturarak elindeki baş havlusuyla saçlarını kurulamaya başlamıştı. Saçlarını kurularken aynı zamanda odaya dolan yapay deniz kokusunu içine çekmişti.

Müziğin sesi rahatsız edici bir boyuta dönüşmüştü. Fakat Dr. Faraklit bu duruma söylenmesine rağmen ilginç bir şekilde ayaklarını müziğin ritmine göre hareket ettirmeye başlamıştı. Saçlarını kuruladıktan sonra da müziğin ritmine göre hareket eden ayaklarına bu kez ellerini eşlik ettirmişti.

Müziğin ritmine göre hareket eden el ve ayaklarıyla ilginç figürler çizen Dr. Faraklit, gardırobun önünde duran bavuluna doğru uzanmıştı. Eğilerek bavulunu açmış ve içinde Getto Adaları’nda giyeceği elbiselerini çıkarmıştı.

Bavulundan çıkardığı elbiselerinden birkaçını o gece giymek için ayırmıştı. Ötekileriyse yatağın karşısında bulanan ve kapakları aynalı olan gardıroba düzenli bir şekilde yerleştirmişti.

O gece için ayırdığı elbiselerden değişik pantolon, t-şort ve gömlek kombinasyonunu birkaç defa denemiş ve ardından ne giyeceğine karar vermişti.

 

Parıltı

Sabah, Gecenin En Koyu Anına Yakındır.

Siyah ve uzun saçlarını arkaya doğru taramıştı. Basık ve kıvrımlı kulaklarının kenarından birkaç saç lülesi aşağıya doğru sarkmıştı. Hafif kirli sakalları buğday rengindeki yüzüne ayrı bir karizma katmıştı.

Fildişi Kuleleri’nin zemin katlarında aynı zamanda gece kulüpleri bulunuyordu.

Dr. Faraklit’te 1789 numaralı Fildişi Kulesi’ndeki gece kulübüne gitmek üzere hazırlanmıştı. Asansöre binmiş ve zemin kata inmişti. İnene kadar da asansörün içindeki aynadaki yansımasına delişmen gözleriyle bakarak baştan ayağa vücudunu süzmüştü.

Süet ayakkabısı, gri keten pantolon ve yakalı siyah t-short’üyle gayet şık olduğuna kanaat getirmişti. Zemin kata indiğinde asansörün camlı kapısı iki yana doğru hızla açılmıştı.

Asansörden inen Dr. Faraklit’in yüzüne gece kulübünden dışarıya taşan müziğin sesi, ateş topu gibi çarpmıştı.

Boğuk bir halde odasına kadar yüksen müzikte buradan geliyordu. Ama şimdi müzik çok daha pürüzsüz bir seviyede kulaklarında yankılanıyordu.

Yüzüne çarpan müzik oldukça hareketli ve tahrik ediciydi. Şehvet duygularını kabartacak cinstendi.

Dr. Faraklit asansörden indikten sonra bir müddet gece kulübüne girip çıkanları izlemişti. Gece kulübünün “Birmanya Yakutu” rengindeki kelebek kapısı sürekli açılıp kapanmıştı.

Kelebek kapı her açıldığında gece kulübünden dışarıya saçılan kırmızı, sarı ve mavi ışıklar Dr. Faraklit'i kendine çekiyordu. Zemin kattaki fuayeyi gece kulübünden dışarıya taşan müziğin sesi dolduruyordu. Hem dışarıya saçılan ışık gösterisiyle, hem fuayeye dolan müziğin ritmiyle iyice tahrik olan Dr. Faraklit, koşar adımlarla gece kulübünün kelebek kapısının önüne gelmiş ve bodyguardlara cebinden çıkardığı oda kartını göstererek gece kulübüne girmişti.

Gece kulüplerine oda kartı olanların dışında başkalarının girmesi yasaktı. Bunun için devre mülk sahibi olan Demaxlar -Dr. Faraklit gibi oda sahiplerine denilirdi- oda kartlarını sürekli yanlarında taşımaları gerekiyordu.

Nitekim Dr. Faraklit’te ilk yılında söz konusu kuraldan habersiz olarak gece kulübüne inmişti. Kurallar gereği de doğal olarak gece kulübüne alınmamıştı. Maruz kaldığı duruma içerleyerek kapı önündeki bodyguardlarla tartışmıştı. Neyse ki olayın giderek büyüdüğünü güvelik kameralarından izleyen 1789 numaralı kule şefi hemen yanlarına inmiş ve sorunu çözmüştü.

Kule şefi, elindeki biyometri cihazıyla Dr. Faraklit’e yüz taraması yapmıştı.  Böylece onun 1789 numaralı Fildişi Kulesinin Demaxlarından olduğu anlaşılmış ve Dr. Faraklit yapılan bu işlemin ardından gece kulübüne ancak girebilmişti.

Gece kulübüne girmişti ama bodyguardlarla tartışması ona biraz pahalıya mal olmuştu. Oradan gelip geçenler bir hayli hararetli olan tartışmaya şahit olmuştu. Olayın detayını öğrenmeleriyle Dr. Faraklit’in haksız olduğunu anlamışlardı.

Haksız olmasına rağmen tartışmayı sürdürmesini iğreti bulmuşlardı. Bütün uyarılara rağmen Dr. Faraklit’in sakinleşmediğini görünce de Face Mirrorlar’ını çıkarmışlardı. Face Mirror, karakter sınıflarını oluşturmak için üretilmiş olan bir çeşit cihazdı. Character Rating uygulaması bu cihazlarda bulunuyordu.

Tartışmaya şahit olanlar bu uygulamaya girerek Dr. Faraklit’in hesabını bulmuş ve kendisine tartışmasını tasvip etmediklerini ifade eden dislikeler göndermişti. Bu dislikeler neticesinde Dr. Faraklit'in 3,9 olan karakter oranı 3,7’ye gerilemişti.

Character Rating uygulaması, Abovların birbirlerine karşı olan davranışlarını puanlayan bir sistemdi.

Kendi aralarındaki davranışları beğenip ya da beğenmediklerini hesaplayan sistem, almış oldukları oranlara göre Abovları kategorilendiriyordu. Bu kategoriler kendi içlerinde avantajlara ve dezavantajlara sahipti. Yüksek beğeni sahipleri birçok avantaja sahip olabilirken beğeni oranı düşük olanlar imkânlardan daha az faydalanıyordu. Arzu edilen herhangi bir şey, Abovların bulunduğu kategoriye göre ya elde ediliyor ya da edilemiyordu. O yüzden ne kadar çok beğeni o kadar çok imkân anlamına geliyordu.

Character Rating uygulamasında 3,9’dan, 3,7’ye gerilemek kötü bir kategoriye düşmek anlamına elbette gelmiyordu. Ama bir gecede 0,2 gibi bir puan düşüşü Abovlar için büyük kayıp demekti. Dr. Faraklit için de öyle olmuştu.

Dr. Faraklit, sonraki yıllarda yaşadığı bu tatsız olayın verdiği tecrübeye sahip olarak gece kulübüne inmişti. Oda kartını bodyguardlar sormadan cebinden çıkararak göstermişti. Önceden yaşadığı talihsiz gecenin aksine sonraki geceler gözleri kamaştıran kelebek kapıdan rahat bir şekilde geçerek içeriye girmeye başlamıştı.

Fakat o gece içeriye adımını henüz atmıştı ki hemen geri dönmüştü. Kapıya doğru yönelmiş ve bir çırpıda dışarıya fırlamıştı. Bodyguardların şaşkın bakışları arasında asansöre doğru koşmuştu.

Şans eseri asansör hala zemin katta duruyordu. Gözleri kararmıştı. O haldeyken asansöre binmesi zor olmuştu. Kramplar girmiş midesinin acısını sol eliyle bastırmaya çalışmıştı. Diğer yandan sağ elinin işaret parmağıyla asansörü lobiye çıkaran düğmeyi aramıştı. Bir an aralanan gözleriyle “L” harfini görmüş ve düğmeye basmıştı.

Asansör yukarı doğru çıkarken Dr. Faraklit’i bu kez şiddetli bir baş ağrısı tutmuştu. Ayrıca yemek borusundan ağzına doğru gelip giden nahoş kokulu bir basınç onu fazlasıyla rahatsız etmişti. Bulunduğu Fildişi Kulesi’nden bir an önce kurtulmak istemişti. Lobi katında duran asansörün kapısının açılmasıyla ok misali ileri atılmıştı.

Geniş ve bir hayli uzun olan lobiden koşar adımlarla ilerleyen Dr. Faraklit, Fildişi Kulesi’nin camlı kapısına yaklaşmıştı. Camlı kapı, tepesindeki sensörleriyle Dr. Faraklit’i birkaç adım öteden algılamış ve hızla açılarak dışarı çıkmasına izin vermişti.

Resepsiyondaki bayan görevli olup biteni endişeyle izlemişti. O ise hiçbir şeye aldırış etmeyerek ivedilikle Fildişi Kulesi ve içindekilerinden uzaklaşmayı dilemişti. Bir an önce sahile varmak istemişti.

Gece kulübüne girdiği anda karşılaştığı ve o andan itibaren de sürekli gözlerinin önünde beliren o meşum sahneden -bir hayvan ve henüz çocuk yaştaki bir kızın kafes içindeki görüntülerinden- biran önce kurtulmaya çalışmıştı.

İçten içe lanetler yağdırmış ve küfürler savurmuştu. Sessiz bir haykırışa dönüşen düşünceleri baş ağrısını çekilmez bir hale getirmişti: “Biz insanoğlu bunu birbirimize nasıl reva gördük? Havyaların, bitkilerin ve diğer canlıların birbirlerine yapamayacağı şeyi nasıl yaptık? Güzeli, çirkin olanla nasıl değiştirdik? Mutmainliği sapkınlığa nasıl dönüştürdük?

Nasıl, nasıl, nasıl…?

Ayakları birbirine dolanmıştı. Yalpalaya yalpalaya da olsa sonunda sahile kadar gelebilmişti. Oksijen depolarında arıtılarak salınan temiz havayı soluması biraz daha iyi hissetmesini sağlamıştı.

Sahilde simülatörler hafif deniz dalgaları oluşturuyordu. Dr. Faraklit deniz dalgalarının kumsala çarpan sesine kulak kabartmıştı. Biraz daha toparlandıktan sonra soğuk ve tuzlu olan yapay denize doğru ilerlemişti. Ayakları suyla henüz temas etmişti ki akşamüzeri duş alırken yaşamış olduğu titreşimi vücudunda yeniden hissetmişti.

Kendini bu kez fiziki yapıları değişik, korkunç ama bir o kadar tanıdık gelen varlıkların yanında görmüştü. Titreşimin oluşturduğu bu ani gidip gelmeyle gücünü kaybetmişti. Sendeleyerek yapay denize düşmüştü. Kalkmaya çalışmak istemiş, fakat başaramamıştı.

Soğuk ve tuzlu olan yapay deniz suyu bedenini saran elbiselerden içeriye sızarak tenine ulaşmıştı. Ağzından, burun deliklerinden yol bularak midesine ulaşan sular kusmasını neden olmuştu. Kusmasıyla beraber daha çok hafiflemişti.

O an aklına çeyrek asırdır yaşanamayan bahar ayları gelmişti. Yatak misali sırtüstü uzandığı bu yapay denizi bahar aylarına benzetmişti. O aylarda esen rüzgârlar evlerin perdelerini nasıl selamlıyorsa dalgaların onu o şekilde selamladığını sanmıştı.   

Yapay denizin üzerinde bir müddet sırt üstü uzanarak hareketsiz kalmıştı. Yıpranmış atmosfer tabakasının ardından zar sor seçilen yıldızları izlemişti. Yıldızların eski ihtişamlı görüntülerinden neredeyse eser kalmamıştı.

Fildişi Kuleleri’ni aydınlatan ışıklandırmaların etkisi şimdi çok daha fazlaydı. Onların devasa projektörlerine gözlerini çeviren Dr. Faraklit, “belki yıldızlar bu ışıklandırmalar yüzünden yok oldular!” demişti. Baş ağrısı geçmişti. Kusmuş olması baş ağrısını dindirmişti.

Bakışlarını yeniden gökyüzüne çeviren Dr. Faraklit, gökyüzünden göğsüne doğru süzülen bir parıltı görmüştü. Rüya mı görüyordu yoksa gördüğü şey gerçek miydi? Emin değildi. Işık hüzmesi o kadar güçlüydü ki projektörlerin parlaklığını dahi beyazlığıyla örtmüştü.

Dr. Faraklit, gözlerini açmakta zorlanmıştı. Kalp atışları hızlanmıştı. Yanardağlar lavlarını püskürtmeden fokurdarlar. Dr. Faraklit’te yanardağların fokurdamasına benzer çarpıntılarla kalbinin sesini işitmişti. Kalbi ona bir şeyler fısıldıyor gibiydi. Heyecanından sıyrılmayı başardığında kalbinin onunla konuştuğundan artık emindi.

Kalbi, "aklını kullandın, vicdanını dinledin ve iradenle hareket ettin!" demişti.

 

Sanduka

Sorumlu Kişi Bedel Ödemeyi Göze Alandır.

Dr. Faraklit, kendine gelmişti. Gözlerini açtığında gün aydınlanmıştı. Nerede olduğunu anlamak için uzandığı yerden kalkmak istemişti. Fakat vücudunu kıpırdatamamıştı.

Göğsünün üzerine koca bir kayanın konduğunu hissetmişti. Ayrıca genzini yakan tuzlu tatlarıyla su yosunları nefes almasını zorlaştırıyordu. Ağzının tadını bozan bu şeyden kurtulmaya çalışmıştı.

Uzanmış olduğundan böyle bir durumda kesik kesik öksürmek zorunda kalmıştı. Güçlükle başını sol tarafa doğru çevirerek boğazında birikenleri tükürmüş ve ağzının tadını bozan tuzlu su yosunlarından kurtulmuştu. Şimdi biraz daha rahatlamıştı.

Dr. Faraklit, bir müddet daha o şekilde uzandıktan sonra başını kaldırmaya nihayet başarmıştı. Gözleriyle nerede olduğunu anlamaya çalışırken karşı kıyıdaki Fildişi Kulelerini görmüştü. Nasıl olduğunu bilmeden Getto Adaları’nın batı kıyılarına gelmişti.

Getto Adaları’nın batı kıyısı genelde genç Abovların tercih mekânı oluyordu. İzin günlerine biraz daha heyecan katmak maksadıyla adaların bu tarafına gelirlerdi.

Gecenin zifiri karanlığında ayartabildikleri sandalcılarla bu tarafa geçiyorlardı. Getto Adaları’nın güvenliğinden sorumlu Robocoplara yakalanmamak için de gün ağarmadan Demaxları oldukları Fildişi Kulelerine geri dönüyorlardı.

Kıyının bu tarafı oldukça sert rüzgârlara ev sahipliği yapıyordu. Bu yüzden yüzmek batı kıyısında bir hayli güçtü. Kıyı şeridi boyunca sığ kayalıkların fazlalığı ulaşımı bir hayli tehlikeli kılıyordu. Güvenlikten sorumlu Robocoplar bu nedenlerden dolayı, Abovların kıyının bu tarafını geçmesine izin vermiyordu.

Dr. Faraklit buraya nasıl geldiğini düşünmüştü. Güçlükle kaldırdığı başını kumlara bir kez daha bırakarak cevabı aramaya koyulmuştu. Tam o an da sağ tarafında bir karartı dikkatini çekmişti.

Gücünü toparlayarak dizlerinin üstüne doğrulduğunda karartının bir sanduka olduğunu görmüştü. Dün geceyi hatırlamıştı. Ona doğru gelen parlaklık gözlerinin önünde yeniden canlanmıştı. Oysa gördüklerinin bir rüya olduğunu sanmıştı.

Rüyasında, denizin ortasında sırt üstü uzanmış gökyüzünü izliyordu. O anda zifiri karanlığı delen bir parlaklığın ona doğru geldiğini görmüştü. Heyecanlanmıştı. İlk defa böyle bir olaya şahit oluyordu.  Ne yapacağını şaşırıyordu.

O hengâmede dengesini kaybediyordu. Üzerinde uzandığı suya batıyordu. Çıkmak için debelenmesine rağmen ağzına kaçan sular onu derinlere itiyordu. Bir müddet sonra da bilincini kaybediyordu.

Dr. Faraklit, bunları hatırlayınca neredeyse aklını kaçıracaktı. “Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Gördüklerim rüya değil miydi? Bu sanduka neyin nesiydi böyle? Peki ya parıltı? O gerçek miydi? Yoksa gördüğüm başka bir şey miydi? Beni buraya gördüğüm her neyse o getirmiş olabilir mi?” gibi karmakarışık sorularla bir çıkış yolu aramaya çalışmıştı.

Hafızasını yokluyordu. Rüya mı yoksa gerçek mi? olduğuna karar veremedikleri üzerinde sürekli düşünmüştü. Yaşadıklarını yorumlamaya başlamıştı.

Bir süre zihnindeki yapbozları bir araya getirmeye çalışmıştı. Ardından da bir karara varmıştı. Dün gece yaşadıklarının gerçek olduğuna inanmıştı. Şimdi daha iyi hatırlıyordu. Ona doğru gelen çok kuvvetli bir ışık halesiydi. Halenin kuvvetli parıltısından dolayı sadece gözlerini kapamak zorunda kalmıştı. Dengesini kaybetmemiş ve suya düşmemişti. Parıltının göz alıcılığı yanılsamasına sebep olmuştu. Gözlerini kapatmasıyla suyun karanlığına çekildiğini sanmıştı. Battığını sanmasına iten etken ise omuzlarına yüklenilen sandukanın ağırlığıydı.

Ayrıca Dr. Faraklit, parıltının kendisiyle konuştuğunu anımsamıştı. Parıltının sandukayı omuzlarına yüklerken, “Emanete sahip çık!” sözleri, birden Dr. Faraklit’in kulaklarında yankılanmıştı.  O ana kadar dizlerinin üstünde duran Dr. Faraklit’in vücudunu titreme almıştı. Az ilerisinde duran sandukaya bakan Dr. Faraklit, birbirlerine çarpan dişleriyle: “Emanet?” demişti.

Böyle bir sandukayı daha önce hiç görmemişti. Sandukanın üzerinde ne anlama geldiğini bilmediği bazı semboller vardı. Sembollere kafa yormak yerine direk sandukanın içine bakmak istemişti İçinde ne olduğunu merak ediyordu.

Sandukanın üst kısmında oval bir kapak duruyordu. Oval kapağı yukarı doğru çekerek sandukayı açabileceğini düşünmüştü. Oval kapağın açılmasına mani olabilecek kilit veya şifreleme sistemine benzer bir şey yoktu. Fakat buna rağmen oval kapağı açamamıştı.

Dr. Faraklit, kapağı açmak için epey uğraşmıştı. Birçok defa denemesine rağmen başarısız olmuştu. Başarısızlıkla neticelenen her denemesi kendisini asabileştirmişti. Sonunda, “bu da ne şimdi?!” diyerek sandukayı ileriye itmişti.

Buna rağmen parıltının “emanete sahip çık!” nidası aklından çıkmıyordu. Hırsla yerinden kalkarak bir sağa bir sola doğru yürümeye başlamıştı. Bu yürüyüşler esnasında sandukanın yanından geçmiş ve gözlerini sandukadan alamamıştı.

"Parıltının onunla konuşması, sandukayı omuzlarına yüklemesi, emanete sahip çık! demesi ve gözlerini kıyının bu tarafında açması… Her şey gerçekti. Peki, ama bütün bunların anlamı neydi? Neden böyle bir şey başına gelmişti?” Cevapsız sorular adeta beynini kemiriyordu.

Az ilerisinde dalları yere değecek kadar sarkmış olan bir palmiye ağacını görmüştü. Palmiye ağacının dibine gidip oturarak sakinleşmesinin kendisine iyi geleceğini düşünmüştü.

Palmiye ağacının gölgesi kıyının doğu tarafına doğru dönmüştü. Demek oluyordu ki gün yarılanmış ve gün dönümü artık yavaş yavaş başlıyordu.

Dün geceden beri Dr. Faraklit’in ağzından bir lokma dahi geçmemişti. Midesinin açlığı iyiden iyiye kendini belli etmiş ve beynine uyarı sinyalleri yollamıştı. O ise her ne olursa olsun dayanacağına ve bu bilmeceyi çözmeden buradan ayrılmayacağına beynini ikna ediyordu. Acıkan midesinin gönderdiği sinyallere karşı beynini bu düşüncelerle besliyordu.

Acıkan karnını doyurmak istese bile kıyının bu tarafında yemek için bir şeyler bulması imkânsızdı. Fildişi Kuleleri’nin bulunduğu karşı kıyıya geçmek istese bile bunun için bir sandal bulması gerekiyordu. Bu şartlar altında beynini, açlığa mahkûm olması gerektiğine şartlandırarak sandukaya bir daha bakmıştı.

Güneş ışınları savunmasız bir halde kumların üzerinde duran sandukanın ahşap tahtalarına yansıyordu. O şekilde sandukaya bakan Dr. Faraklit’in dikkatini yeniden sandukanın üzerinde bulunan semboller çekmişti. İlk anda yakından baktığında ne olduklarını tam olarak çözememişti. Ama şimdi uzaktan baktığında semboller zihninde bazı anlamlar çağrıştırmıştı.

Heyecanlanmıştı. Sıçrayarak ayağa kalkmıştı. Çünkü sembollerin neye benzediğini çözmüştü. Birinci sembol bir buğday başağıydı.

İkinci sembol ise yaprakları şiddetli bir rüzgârda yana doğru savrulan bir ağaçtı. Dr. Faraklit, koşarak sandukanın yanına gelmişti. Sandukayı tutarak kendine doğru çekmek istemişti. Fakat sanduka sıcaktan alev topuna döndüğünden ellerini hızla sandukadan çekmek zorunda kalmıştı.

Üzerindeki t-short’ü çıkararak onunla sandukayı sarmış ve sandukanın kenarlarından tutarak palmiye ağcının altına getirmişti. Yanına oturduğu sandukanın etrafına doladığı t-short’ünü hızla çekip kaldırmıştı. Akabinde küçüklüğüyle ağırlığı arasında tenakuz oluşturan sandukanın üzerindeki sembollerden anlamlar çıkarmaya başlamıştı.

Dr. Faraklit, “bunlar buğday başağıyla yaprakları yana savrulan bir ağaç…” demişti. O anda sandukanın ışıldadığını görmüştü. Şifrenin bu kadar basit olacağını düşünmemişti.

Hızla sandukanın oval kapağını açmayı denemişti. Ama kapak açılmamıştı. Aynı cümleyi tekrarlayınca sanduka bir kez daha ışıldamış ve Dr. Faraklit’te yeniden kapağı açmaya çalışmıştı. Ama yine bir sonuç elde edememişti. Birçok defa aynı sonuçla karşılaşan Dr. Faraklit, şifrenin düşündüğü gibi basit olmadığına kanaat getirmişti.

 

Şifre

Hiçbir Çaba Karşılıksız Kalmaz.

Güneş, çeyizini toplayan gelin misali baba evinden ayrılmaya hazırlanıyordu. Karşı kıyıdaki Fildişi Kulelerinin projektörlerinden yayılan ışıklar hafif hafif belirmeye başlamıştı. Akşam olmak üzereydi.

Dr. Faraklit, yerden topladığı birkaç taşı kemeriyle karnına bağlayarak acıkan midesini dizginleyebilmişti. Gece karanlığı çökmeden sembollerin anlamlarını artık çözmek istiyordu.

Sembolleri çözdükten sonra şansı yaver giderse eğer gençlerden bazıları eğlenmek için kıyının bu yakasına gelebilirlerdi. O da bir yolunu bulup onlarla geri dönebilirdi. Ama öncelikli işinin sembollerin anlamlarını çözmek olduğunu biliyordu.

Bu yüzden saatlerce “buğday başağı ve yaprakları yana doğru savrulan ağaç” sembollerinin anlamları üzerinde durmuştu. Sembollerin anlamlarının sandukanın şifresi olduğundan şüphe etmiyordu.

Akşam karanlığı kendisini göstermeye başlamıştı. Dr. Faraklit, midesinin açlığını karnına bağladığı taşlarla biraz olsa bastırabilmişti. Lakin beyni bitmiş vaziyetteydi. Sembollerinin anlamlarını bulmanın bir yolunun olduğunu biliyordu. “Ama o yol neydi?”

Bu soru aklında yeni bir fikrin doğmasını sağlamıştı. “Her iki sembolle uğraşmak yerine neden tek bir sembole yoğunlaşmıyorum ki?” demişti. Bu metodun, işini çok daha kolaylaştıracağını düşünmüştü. Ki bu fikrin üzerinden fazla zaman geçmemişti ki haklı çıkmıştı.

İlk olarak “buğdaya başağı” sembolüne odaklanmıştı. Ne anlama geleceği üzerinde kafa yormuştu. Zihninde “buğday başağı” sembolü bazı çağrışımlar meydana getirmişti ki büyük bir sevinçle “buğday başağı!” demişti. Ardından ”evet ya, bunu daha önce nasıl düşünmedim?!” tepkisinde bulunmuştu.

Fakat iç dünyasıyla tartışmanın ne yeri ne de zamanı olmadığının farkında olan Dr. Faraklit; hızla yeniden “buğday başağı” sembolünün anlamına dönmüştü.

Dr. Faraklit, kadim kültürlerin depolandığı Matrix’te sörf yaptığı bir sırada “buğday başağı” sembolüyle karşılaşmıştı. O bilgilere göre “buğday başağı”: toprağı, yaratılışı, yaşamı ifade ediyordu.

Dr. Faraklit, “buğday başağı” sembolünün bu ifadelerinden yola çıkarak ivedilikle ikinci sembol arasında bağ kurmaya çalışmıştı. Bir netice elde edemeyince “yaprakları yana doğru savrulan bir ağaç” sembolünü tek başına çözmeye koyulmuştu.

“Buğday başağı” sembolünün anlamlarını unutmamak için işaret parmağıyla hemen altındaki kumlara “toprak, yaratılış, yaşam” yazmıştı.

“Yaprakları yana doğru savrulan ağaç sembolünün ne anlamı olabilir ki?”

Dr. Faraklit, hafızasını yoklamış fakat bir şeyler bulamamıştı. Ağacın tek başına ömür, ebedilik, hayat, bolluk, gelişme gibi birçok anlamlara geldiğini biliyordu. Ama bütün olarak “yaprakları yana savrulmuş bir ağaç” sembolünün anlamını bir türlü çözemiyordu.

Başını sandukadan kaldırdığında hava iyice kararmıştı. Simülatörlerin oluşturduğu deniz dalgalarının esintisi kararan havaya yumuşaklık katıyordu.

Dr. Faraklit, tuzlu suyun etkisiyle kabarmış saçlarını elleriyle geriye doğru düzeltmek istemişti. Parmaklarının arasına alarak düzeltmek istediği saçlarına istediği şekli veremeyince, bu defa saçlarını sıkıca avuçlayıp arkaya çekmişti. Tam bu esnada yüzü ister istemez yukarıya kalkmış ve gözlerine palmiye ağacının yaprakları takılmıştı.

Palmiye ağacının yaprakları esen rüzgâr ile hışırtılar çıkarak yanlara doğru sallanıyordu.  Dr. Faraklit, “buğday başağı” sembolünün anlamlarını bulduğu esnadaki heyecanın aynısına kapılarak,“doğru ya, rüzgâr!” demişti. “Sembol, rüzgârı ifade ediyor” diyerek düşüncesini pekiştirmişti.

Zor olan kısmı atlattığını düşünmüştü. Rüzgârın esinti, ilham, nefes gibi anlamları vardı. Aklına gelen bu sözcükleri de hızla kumlara yazmıştı. Şimdi önünde “bu sözcüklerin toprak, yaratılış ve yaşam gibi sözcüklerle ne gibi bir bağ vardı? sorusunu cevaplamak duruyordu.

Dr. Faraklit, kumlara yazdığı sözcüklere bakarak “iki sembol olduğuna göre iki bilinmezli bir şifre olmalı. Sembollerden elde ettiğim sonuçlara bakılırsa anlaşılan kelimeler arasında bir denklem kurmam gerekiyor.”

Sesli olarak ifade ettiği bu düşünceler oldukça mantıklı gelmişti.  Ve hemen kelimeler arasında denklem kurmaya başlamıştı.

Toprak, yaratılış ve yaşam sözcüklerinin karşısına rüzgârın ihtiva ettiği anlamları yazmıştı. Ardından her iki sembolünün anlamları arasında paralellikler kurmuştu: Toprağın rüzgârı… Rüzgârlı yaşam… Yaratılış esintisi… Toprağın nefesi… Yaratılış nefesi… Yaşamın rüzgârı…

Dr. Faraklit, sözcükler arasında kurmuş olduğu her bağ sonrası sandukaya bakıyordu. Denemiş olduğu eşleştirmelerin hiçbiri sandukada herhangi bir değişiklik meydana getirmemişti. “Acaba sembollerden çıkardığım anlamlar doğru değil mi?” sorusunu sormuştu. “Yoksa işe başlarken sembolleri bu şekilde değerlendirmekle mi yanlış yaptım?” sorusu hemen arkasından gelmişti.

Aklını sıyırmanın bir kez daha eşiğine geldiğini düşünüyordu. “Bunca zahmete değecek bir şeylerin olması artık gerek! Sandukanın kapağını açacak bir olay… Bir kasırga… Bir yıldırım… Herhangi bir şey…” siteminde bulunmuştu.

Dr. Faraklit, umudunu kaybetmek istemiyordu. Son bir gayretle kumlara yazılan sözcükler arasında bir bağ kurmaya yeniden başlamıştı. Fakat bu kez motamot kumlara yazdığı sözcükleri eşleştirmiyor; sözcülerin önüne ve arkasına eklemelerde bulunuyor; ya da aklına gelen farklı kelimeler telaffuz ediyordu:

“Buğday ve rüzgâr…  Matrix… Kadim kitaplar… Efsunlu sözler… Semboller ve figürler… Yaratılış… Yaratan… Toprak… Rüzgâr… Esinti… Kasırga… İlham… Nefes… Yaratan… Yaratılan Nefes!”

Dr. Faraklit, aklına gelen bu sözcükleri söylerken aynı zamanda sandukaya bakmaya devam etmişti. Yine değişen bir şey olmamıştı. İnatla kelimeler üzerinde oynayarak çabasını sürdürmüştü. Ta ki, “Yaratanın Nefesiyle” diyene kadar!

“Yaratanın nefesiyle” demesinin ardından sandukadan tık diye bir ses gelmişti. Sanduka açılmıştı.

Dr. Faraklit’in kalp atışları aniden hızlanmıştı. Kalp atışlarını rahat bir şekilde duyabiliyordu. Göğsü bir inip çıkıyordu. Gözlerinin bebeği büyümüştü. Alnında boncuk boncuk ter damlası oluşmuştu.

Elinin tersiyle alnında biriken teri silen Dr. Faraklit, sandukanın kapağını yukarı doğru kaldırmıştı. Kapağın uzun süredir açılmadığı çıkardığı sesten belli oluyordu.

 

Sandalcı Nevfel

İnsan, İnsana Muhtaçtır.

Gecenin sessizliğini bozan kıyıya doğru yanaşan bir sandal olmuştu. İçinde belli ki kaçamak yapan gençler vardı. Genelde kıyının bu tarafında sert olan rüzgâr bu akşam hafif esiyordu. Hava açıktı. Sandalcılar bu gibi havaları severdi. Çünkü işleri bu havalarda daha kolay oluyordu. Kıyıya dik uzanan ve girintileri fazla olan kayaları rahat görebildiklerinden onlara çarpmadan menzillerine ulaşabiliyorlardı.

Sandal, ağır ağır kıyıya doğru yanaşıyordu. Sandaldaki gençler sandalın kıyıya yanaşmasını beklemeden aşağıya atlamışlardı. Suyun derinliği dizlerine kadar varıyordu. Paçalarının ıslanmasına aldırmadan “kıyıya ilk kim varacak?” diye yarışa tutuşmuşlardı. Kıyıya kim varıyorsa sıcaklığını koruyan kumların üzerine hemen kendini atmıştı. Sandalcılar gençlerin bu davranışlarına alışkındı. Onlar daha çok hesaplarına bakıyor ve gençleri uyarma zahmetinde bulunmuyorlardı. Zararları kendilerine dokunmuyorsa eğer kimi taşkınlıklarına dahi itiraz etmiyorlardı.

Abovlu gençler, gündüzden kalma ısısını koruyan kumlarda yan yana uzanmıştı. Yolculuklarının yorgunluğunu bu şekilde atmaya çalışıyorlardı. Sandalcı Nevfel, sandalı kıyıya yanaştırmıştı. Ardından sandaldaki içecek ve yiyecekleri gençlerin yanına bırakmış ve yanlarından uzaklaşmıştı. Bir müddet daha kumlarda uzanan gençler teker teker kalkmaya başlamıştı. Acıkan karınlarını doyurmak ve bir güzel eğlenmek için hazırlık yapmaya koyulmuşlardı.

Kıyının bu tarafı yüzmeye elverişli değildi. Sudaki çakıl taşları oldukça sivri ve bir hayli fazlaydı. Suyun derinliği ani olarak yükselip ve alçalıyordu. Sığ kayalıklar yoğunluktaydı. Şiddetli esen rüzgâr nadiren olmuyordu. O yüzden kıyının bu tarafı, genç Abovluların genelde eğlenmek maksadıyla tercih ettikleri bir mekân oluyordu.

Gençler bir yandan yemeklerini hazırlarken diğer yandan aralarında şakalaşıyordu. Muhabbetleri gittikçe koyu bir renge bürünüyordu. Dr. Faraklit ise gün boyu oturduğu palmiye ağacının altında duruyordu. Sandalın gelişini buradan görmüştü. İki sevinci bir arada yaşamıştı. Sandukayı açmayı başarabilmişti. Akabinde karşıya geçebileceği bir sandalın kıyıya yanaştığını görmüştü.

Dr. Faraklit, gençlerin eğlencesinin bitmeden onlara yetişmesi gerektiğinin farkındaydı. Bu yüzden hızla sandukayı açmış ve içinde ne olduğuna bakmıştı. Sandukanın içinden çıkan bir tomar kâğıttan başka bir şey olmamıştı. Gecenin karanlığında elleriyle sandukanın içini iyice yoklamıştı. Fakat kâğıtların dışında herhangi bir şeye rastlamamıştı. O anda kâğıtları okumaya çalışmış olmasına rağmen gecenin karanlığı bunu engellemişti. Ayrıca fazla vaktinin olmadığını biliyordu. Karşı kıyıya geçebilecek sandala yetişmesi gerekiyordu.

Dr. Faraklit, ellerinde tuttuğu kâğıtları düzgün bir şekilde katlamıştı. Hepsini pantolonun cebine koymuştu. “Peki ama sandukayı ne yapacağım?” Bu soruyu sesli sormuştu.

O anda arkadan bir ses “onu buraya gömmelisin” demişti. Dr. Faraklit, aniden irkilerek büyük bir korkuya kapılmış ve hızla arkasına dönüp bakmıştı. Hafif kırlaşmış saçları ve uzamış sakallarıyla sandalcı Nevfel ona bakıyordu. Üzerindeki korkuyu atarak oturduğu yerden bir çırpıda ayağa kalkmış ve sandalcı Nevfel’in karşısına dikilmişti. Dr. Faraklit, tanımadığı bu yabancıya “Sen de kimsin?” diye sormuştu. Sakinliğini koruyan sandalcı Nevfel, “Tedirgin olmanı gerektirecek bir şey yok. Ben sandalcıyım. Şu kıyıda eğleşen gençleri buraya getirmiştim. Sandalı bağlayarak, gençlerin azıklarını yanlarına bırakmış ve biraz dolaşmak istedim. Sonra seni gördüm. Bir adamın yalnız başına burada ne yaptığını ettim. Belki de yardıma ihtiyacı var diyerek buraya geldim.”

Dr. Faraklit, sandalcı Nevfel’den bu cümleleri işitince rahatlamıştı. Gençlerin kendilerini fark etmemeleri için oturmasını rica etmişti. Sandalcı Nevfel bu ricayı kırmamıştı. Dr. Faraklit’in yanına gelmiş ve palmiye ağacının altında beraber oturmuşlardı.

Ayın cılız ışığı Dr. Faraklit’in yüzüne vuruyordu. Sandalcı Nevfel, Dr. Faraklit’in yüzünü şimdi biraz daha iyi görebiliyordu. Yüzünü görür görmez de ürpermişti. Dr. Faraklit’in yüzündeki ifade bitkinliği adeta haykırıyordu. Gözlerinin feri sönmüştü. Yanakları içe kaçmış ve dudakları morarmıştı. Bunun üzerine sandalcı Nevfel dayanamayıp “ne kadar süredir buradasın?” diye sormuştu. Konuşmakta güç çeken Dr. Faraklit, “Dün geceden beri buradayım ve açlıktan tükenmek üzereyim” demişti. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra utanarak sandalcı Nevfel’e “Yanında yiyecek bir şeyler var mı?” diye sormuştu.

Sandalcı Nevfel, Dr. Faraklit’in bu sorusuna karşılık tek bir söz bile etmeden hemen sırt çantasını indirmişti. İçinden yiyecek bir şeyler çıkartmış ve hepsini Dr. Faraklit’in önüne bırakmıştı. Çantasının kenarındaki bölmeden aldığı su şişesini de ona doğru uzatarak içmesini söylemişti.

Dr. Faraklit’in yüzünün rengi içtiği suyun ve yediklerinin etkisiyle değişmişti. Biraz toparlanabilmişti. Kalp atışı dengelenmişti. Nefes alışı normalleşmişti. İyice kendine geldikten sonra sandalcı Nevfel’e teşekkür etmişti. O sırada sandalcı Nevfel, sandukaya bakıyordu. Dr. Faraklit’in teşekkür etmesiyle gözlerini bir tülü kaçıramadığı sandukadan çevirerek Dr. Faraklit’e bakmış ve “teşekkür etmene gerek yok. Kim olsa aynı şeyi yapardı” demiş ve yeniden sandukaya bakmıştı. Sandalcı Nevfel’in sandukaya bakmaya devam ettiğini gören Dr. Faraklit, konuşmaya devam ederek “açıkçası herkesin aynı şeyi yapacağından pek emin değilim!” demişti. Bu cümleyle neyi kast ettiğini anlayan sandalcı Nevfel, tekrar Dr. Faraklit’e gözlerini çevirerek gülümsemişti.

Sandalcı Nevfel, Dr. Faraklit’in neden burada olduğunu dair bir tahmini vardı. Ama tahmininde emin olmadığından “Burada yalnız başına ne yaptığını bana anlatacak mısın?” diye sormuştu. Dr. Faraklit, yeni tanıştığı muhatabına içi ısınmıştı. Davranışları ve konuşmalarıyla kendisini etkileyen bu adama karşı güven duymuştu. Bugün olmasa bile yarın bütün bu yaşadıklarını birilerine elbet anlatacaktı. Yoksa içi içini yiyecekti. Zaten ikide bir gözlerini sandukadan ayırmayan sandalcı Nevfel’a başından geçenleri anlatmaktan da başka çare yoktu. Anlatacaklarıyla hem biraz rahatlamış hem muhatabının merakını gidermiş olacaktı.

Dr. Faraklit, Getto Adaları’na gelişinden itibaren başlayarak her şeyi olduğu gibi anlatmıştı: Odasına yerleşmesini, duş aldığı anda soğuk suyun bedeninde oluşturduğu anormalliği, gece kulübüne girişini ve oradan aniden çıkışını, sahile koşar adımlarla varışını, kusmasını, parıltıyı, sandukayı… Her şeyi ama her şeyi anlatmıştı.

Sandalcı Nevfel, ara ara kıyıdaki gençlere bakmayı ihmal etmeyerek, Dr. Faraklit’i can kulağıyla dinlemişti. Dr. Faraklit, başından geçenleri anlattıktan sonra susmuştu. Anlatılanları dinleyen sandalcı Nevfel, “demek ki rivayetler doğruymuş” demişti. Dr. Faraklit, sandalcı Nevfel’in ne demek istediğini anlamamıştı. Şaşkınlığını gizleyemeyerek “rivayetler mi? diye sormuştu.

Sandalcı Nevfel, söylediğini pekiştirmek istercesine “evet, rivayetler” demişti. Ardından, anlatmanın şimdi uzun süreceğini ve kıyıdaki gençleri işaret ederek buna pek vakitlerinin olmadığını… Karşıya geçtikleri vakit uygun bir zamanda her şeyi anlatacağını ama şuan yapmaları gereken ilk işin sandukayı saklamak olduğunu belirtmişti.

Sandukayı saklayabilecekleri en uygun yerin kıyının tersi istikametinde bulunan Arrival Tepesi’nin olacağını kararlaştırmışlardı. Eğlenmek amacıyla bu yakaya gelen gençlerde daha çok kıyıda vakit geçiriyorlardı. Bu yüzden o güne kadar Arrival Tepesine çıkan olmamıştı.

Daha fazla zaman kaybetmeden oturdukları palmiye ağacının altından ayağa kalkarak tepeye tırmanmışlardı. Yamaçtaki çalılıkları gizlenmeleri için kendilerine siper ederek tepenin orta kısmına gelmişlerdi. Önlerine kocaman bir kaya parçası çıkmıştı. Her ne kadar cılız bile olsa berrak gecede önlerini aydınlatan ay ışığıyla kayanın dip kısmındaki oyuğu görmüşlerdi. Aradıkları zaten böyle bir yerdi. Kayanın oyuk bölümünü elleriyle biraz daha eşeledikten sonra sandukayı orayı gömmüşlerdi. Üstüne toprak atıp belli olmayacak şekilde çalı çırpıyla örttükten sonra kıyıya doğru yamaçtan inmeye başlamışlardı.

Kıyıda eğlenen gençler, sandalcı Nevfel’in yanında biriyle geldiğini görünce bir hayli korkmuşlardı. Hatta bazıları oldukları yerden hızla kalkarak sandala koşmuştu. Gecenin karanlığından yüzü seçilemeyen yabancının robocoplardan biri olduğunu sanmışlardı. Sandalcı Nevfel’in yakalandığını ve sıranın kendilerine geldiğini düşünmüşlerdi.

Sandalcı Nevfel ile Dr. Faraklit, gençlerin telaş içindeki koşturmalarını epey uzak olmalarına rağmen görebiliyorlardı. Onların bu halini tebessüm ederek izlemişlerdi. Sandalcı Nevfel, korkularını daha fazla uzatmamak için kendilerine seslenmişti. “Korkulacak bir durum yok. Yanımdaki bir robocop değil.” diyerek sakinleşmelerini istemişti.

Heyecan, korku, telaş gibi karmakarışık duygulara sahip gençler derin bir nefes almışlardı. Sırtlarından ağır bir yük kalkmışçasına rahatlamışlardı. Oldukları yerde ayakta durarak ikilinin yaklaşmasını beklemişlerdi.

Dr. Faraklit ile sandalcı Nevfel yanan ateşin başına gelip oturarak bağdaş kurmuşlardı. Gençler, bir müddet daha ayakta beklemişlerdi. Korkulacak bir durum olmadığından iyice emin olduktan sonra, Dr. Faraklit’e meraklı bakışlarını çevirmiş ve ağır adımlarla gelerek ikilinin yanına oturmuşlardı.

Sandalcı Nevfel, gençlerin aklından ne geçtiğini biliyordu. Merakların gidermek için konuşmaya başlamıştı. Öncelikle Dr. Faraklit ile gençleri tanıştırmıştı. Akabinde burada neden bulunduğunu bizzat Dr. Faraklit’ten dinlediğini ve bu konuda soru sormamaları halinde kendilerine minnettar kalacaklarını ifade etmişti. Ona güvenmelerini ve bütün sorumluluğu üzerine aldığını üstüne basa basa söylemişti. Gençlerin sessiz kalmasından istifade eden sandalcı Nevfel, dönüşte Dr. Faraklit’in de mecburen kendileriyle geleceğini kararlı bir ses tonuyla belirtip gençlerin tepkisini beklemeye başlamıştı.

Abovlu gençler sessizliklerini korumaya devam etmişlerdi. Hepsi, kıyının bu tarafına gelmekle suç işlediklerinin bilincindeydi. Sandalcı Nevfel, güven verici açıklamalarının yanında bu yabancının bütün sorumluluğunun kendisine ait olduğunu söylemişti. Bütün bunları düşünen gençler ağız birliği etmişçesine konuyu irdelememe kararı almışlardı.

Karşılarına çıkan bu davetsiz misafirden dolayı gençlerinin ağızlarının tadı kaçmıştı. Oldukça sıkılmış ve bir anca geri dönmek istemişlerdi. Oturdukların yerden hızla kalkarak toparlanmaya başlamışlardı. Dr. Faraklit ile alakalı malumat sahibi olamamanın huzursuzluğunda yola çıkmak üzere hazırlanmışlardı.

Hava açıklığını koruyordu. Rüzgârın hafif efiltisi sandaldakilerin saçını okşuyordu. Sığ kayalıklar, usta sandalcı Nevfel tarafından kolayca atlatılmıştı. Karşı kıyıdan epey uzaklaşılmış ve yaklaşık 200 pedallık bir mesafe kat edilmişti. Fildişi Kulelerinin olduğu kıyıya ise 100 pedallık mesafeleri kalmıştı.

Simülatörlerin kontrol ettiği alana girmişlerdi. Sandal dalgalı deniz üzerinde yaylı bir döşek gibi alçalıp yükseliyordu. Gençlerin çoğu uykuya dalmıştı.

Dr. Faraklit’in gözlerinden de uyku akıyordu. Fakat açlıktan dolayı midesinin çıkardığı sesler göz kapaklarını her kapattığında yeniden açtırıyordu.

Sandalcı Nevfel, kıyıya yaklaştıkça daha dikkatli olmuştu. Robocoplara yakalanmamak için bir taraftan sandalı kullanırken diğer yandan çevreyi gözetliyordu. Ara bir de kıstığı gözleriyle Dr. Faraklit’i süzüyordu. Dr. Faraklit’in durumunun iyi olmadığı her halinden belli oluyordu. Acilen bir şeyler yemesi ve dinlemesi gerekiyordu.

Bunu bilen Sandalcı Nevfel, kızıl ötesi dürbünüyle çevreyi son kez kontrol etmişti. Yanaşacakları bölgede kimsenin olmadığını görmüştü. Kürek mekanizmalarını itekleyen düzeneğe hızla biraz daha linyit potasyum eklemişti. Linyit potasyum sandalların daha hızlı ilerlemesi için kuvvetli enerji akışını sağlıyordu.

Enerjinin verdiği tepkimeyle aniden hızlanan sandal aynı zamanda gençlerin uyanmasına neden olmuştu. Sandalcı Nevfel, “Biraz hızlanmamız gerekiyordu.” Gülümseyerek, “Hem uyanmanızda iyi oldu. Kıyıya varmak üzereyiz. Toparlansanız iyi olur” demişti.

Sandalcı Nevfel, bunları söyleyerek, hızlanmalarının nedenine dair gençlerin kuşkulanmasına mahal vermemeye çalışmış ve başarılı olmuştu. Sandal nihayet kıyıya yanaşmıştı. Sandaldan bir bir inen gençler hızla Sandalcı Nevfel’in ücretini ödemiş ve gecenin karanlığına dalmışlardı. Robocoplara yakalanmadan Fildişi Kuleleri’ndeki dairelerinin yolunu tutmuşlardı.

Gençlerin ardından Dr. Faraklit’te ağır ağır sandaldan inmeye çalışmış ve aynı zamanda her şey için sandalcı Nevfel’e teşekkür etmişti. En kısa sürede görüşebilme temennileriyle beraber zor da olsa kıyıya adımını atmıştı. Durumu hiç iyi gözükmüyordu. Ayakta duracak mecali kalmamıştı. Açlığı, yorgunluğu ve uykusuzluğu yeniden belirgin bir hale gelmişti. Sandalcı Nevfel’in karşı kıyıda verdiği yiyeceklerin dışında midesine tam bir gün dönümüdür bir şey girmemişti.

Dr. Faraklit, yeniden her şey için teşekkür ederek vedalaşmak için elini uzatmıştı. Fakat bu esnada sandalcı Nevfel onu kolundan çekerek, “bu şekilde seni asla bırakamam” demişti. Kendisini bırakması için ısrar etse de, sandalcı Nevfel onu bırakmamış ve zorlanmasına rağmen sandala yeninde bindirebilmişti. Hemen ardından o da sandala binmiş ve sandalın yönünü Getto Adaları’ndaki Marina Kentine döndürmüştü.

 

Görev

Hakikat Yürekte Bir Sızıdır.

Dr. Faraklit, yüksek bir dağın zirvesinde bulanan oldukça derin bir mağaranın ağzına sırtının vererek öylece duruyordu. Önünde uzanan uçsuz bucaksız bir manzarayı izliyordu. Ucu bucağını görmediği manzara süslerini takınmış ve bütün cömertliğiyle muhteşem güzelliğini kendisine sergiliyordu. Bütün bir yeryüzü ayaklarının altına serilmiş gibiydi. Yaşadığı gezegende böylesine bir manzaraya ilk defa şahit olmuştu. Yeşil, mavi, sarı… Bütün renklerin tonları hepsi bir araya gelmişti. Hayranlıkla manzaraya bakıyordu. O sırada arkasından “Faraklit!” diye kendisine seslenen bir kadın sesi işitmişti. Hızla sesin geldiği yöne dönmüştü. Tam o an da alev toplarını andıran bir çift ela göz döne döne gelip göğsünün sol üst köşesine oturmuştu. Kucağında bebeği olduğu halde bu ela gözlerin sahibinin sağ elini ona doğru uzattığını görmüştü. Uzatılan bu ele doğru yürümüştü ki uykusundan uyanmıştı.

Dışarıda cıvıldayan kuş sesleri eşliğinde gözlerini açmıştı. Hala gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Uzandığı yerden bir müddet üzerindeki tavanı izleyen Dr. Faraklit, nerede olduğunu anlamaya çalışmıştı. Yattığı yataktan doğrularak buraya nasıl geldiğini düşünmeye başlamıştı. Zihni yavaş yavaş toparlanıyordu. Sandukayı hatırlamış ve ceplerine bakmıştı. Sayfalar ceplerinde duruyordu. Çıkarıp kontrol etmek istemiş fakat bundan vazgeçmişti.

“Sandalcı Nevfel” demişti. Onu buraya o getirmiş olmalıydı. Öyleyse o da buralarda olmalıydı.

Bir süre daha yatağın üzerinde oturur vaziyette durmuştu. Uykusunu almıştı. Yorgunluğundan eser kalmamış ve midesinin artık guruldamadığını fark etmişti. Hatırlayamasa da demek ki sandalcı Nevfel uyumadan önce ona bir şeyler yedirmişti. Karşılaşmalarının daha ilk dakikasından itibaren ona duyduğu güvenin boşuna olmadığına sevinmişti.

Sandalcı Nevfel’in “demek ki rivayetler doğruymuş” cümlesini hatırlamıştı. Dr. Faraklit, hatırladığı bu söz üzerine “O zaman sanduka hakkında da bazı bilgilere sahip” demişti.  Ardından da “Peki ama sayfalardan haberi var mı?” sorusunu sormuştu.

İşte bunu bilmiyordu. Görmemiş olmasını umut ediyordu. Her nedense içinden bir ses, sandalcı Nevfel’e sayfalardan bahsetmesinin henüz erken olduğunu söylüyordu. Bu düşüncelerle üzerinde oturduğu yataktan kalkmak üzereydi ki odanın kapısı çalınmıştı.

Sandalcı Nevfel, Dr. Faraklit’in “girebilirsiniz” demesiyle kapıyı açmış ve “Kahvaltı hazır. Seni bekliyorum.” demişti. Dr. Faraklit ise “kahvaltıdan önce eğer mümkünse bir duş almalıyım. Bana banyonun yolunu göstermen daha iyi olacak” ricasında bulunmuştu.

İki gündür üzerindeki aynı kıyafetlerle kötü kokuyordu. Elbiselerini değiştirmek gibi bir imkâna sahip değildi. Ama iyi bir duşun kendisini daha iyi hissettireceğinden de şüphe etmiyordu.

Sandalcı Nevfel, Dr. Faraklit’in bu ricasını kırmayarak hemen banyoyu hazırlamıştı. Ardından kirişten seslenerek banyonun hazır olduğunu söylemişti. Dr. Faraklit odadan çıktıktan sonra ona banyoya kadar eşlik etmişti.

Sandalcı Nevfel, banyonun kapısını kapadıktan sonra bahçeye çıkmıştı. Verandanın üstünde hazırlanmış kahvaltı masasının yanında duran koltuklardan birini çekerek oturmuştu.

Dr. Faraklit, banyodaki duş kabinine doğru bu kez ürkerek ilerliyordu. Fildişi Kulesi’ndeki odasında yaşadıklarının bir benzerini bir kez daha yaşamaktan çekiniyordu. Elbiselerini çıkarmış ve bu hissiyatla duş ahizesinin altına girmişti. Duş ahizesinin altına girmesiyle otomatlar devreye girmiş ve tazyikli su bütün bedenini ıslatmıştı. Fakat bu kez korktuğu olmamıştı. Vücudunda herhangi bir titreşim gerçekleşmemişti. Kendisini o an da farklı bir yerde görmemişti.

Duşunu alan Dr. Faraklit, banyonun lavabosuna çırptığı elbiselerini giyinerek bahçeye çıkmıştı. Kendini şimdi daha iyi hissediyordu. Hava açıktı. Güneş ısısını göstermeye başlamıştı. Üzerinde durduğu verandadan görülebilen deniz, atlas misali sonsuzluğa yayılıyordu. Kurulu bir düzenekle çalışan alaycı kuşların cıvıltıları bahçeye doluyordu.

Sandalcı Nevfel’in sırtı bahçe kapsına dönüktü. Dr. Faraklit’in geldiğini hala görmemişti.  Kendisi o an daha çok Dr. Faraklit’e anlatacaklarını düşünüyordu. Fakat nereden ve nasıl başlayacağını bir türlü bilmiyordu.

Sandalcı Nevfel, Moriskoların yaşayan son temsilcisiydi. Moriskolar, sahip oldukları bilgileri kuşaktan kuşağa yazılı olarak aktarmak yerine sözlü olarak rivayet ederlerdi. Dün gece Dr. Faraklit’in anlattıklarını dinledikten sonra “demek ki rivayetler doğruymuş” demesinin sebebi de buydu.

Rivayetlere göre “Mukaddes Sayfaları” içinde barındıran sanduka kaybolmuştu. “Mukaddes Sayfalarda” insanoğlunun birlikte barış içinde nasıl yaşayacağını anlatan öğretiler yazılıyordu. Fakat bir gün o sanduka biri tarafından bulunacaktı. Bulan kişi de insanoğlunun geleceğini belirleyecekti. İnsanoğlu eğer sandukayı bulan o kişiye inanırsa onun rehberliğinde güzel günlere kavuşacaktı. İnanmadıkları takdirde ise kendi elleriyle sonlarını hazırlayacaktı.

“O kişi demek Faraklit!”

Sandalcı Nevfel, bu son cümleyi sesli söylemişti. Sundurmanın altından geçerek kahvaltı masasın yaklaşan Dr. Faraklit, Sandalcı Nevfel’in ne dediğini duymuştu. Fakat o an herhangi bir şey bir şey söylemeyerek karşıda duran koltuğa giderek oturmuştu. Dr. Faraklit’in son söylediğini duyup duymadığından emin olamayan Sandalcı Nevfel biraz utanmıştı.

Misafiri herhangi tepki vermeyerek karşısındaki koltukta oturuyordu. Sandalcı Nevfel, aklından geçen son düşünceyi sesli olarak söylemenin mahcubiyetini hala üzerinde taşıyordu. İkisinin bir süre sessiz kaldığı bu ortamı daha fazla dayanamayan Dr. Faraklit bozmuştu:

“Yanına yaklaştığım sırada o kişi demek Faraklit dediğinizi duydum. Dün gece de rivayetlerden bahsetmiştiniz. Bana bütün bu olanların ne demek olduğunu anlatacak mısınız? Rivayetler ne? O kişi Faraklit demeniz ne anlama geliyor? Dahası siz kimsiniz ve bana neden yardım ediyorsunuz?” sorularını ardı ardına sormuştu.

Sandalcı Nevfel, Dr. Faraklit’e sakin olmasını, heyecanlanmasına gerek olmadığını ve her şeyi anlatacağını söylemişti. Ardından tebessüm ederek, “ama şimdi önce bir güzel kahvaltımızı yapalım” demişti.

Kahvaltılarını yapıp verandadan bahçeye inmişlerdi. Bahçenin sağ tarafındaki çardağın gölgeliklerine giderek oturmuşlardı. Dr. Faraklit, sırlarla dolu olduğunu düşündüğü Sandalcı Nevfel’in anlatacaklarını beklemeye koyulmuştu.

Sandalcı Nevfel’in yüzü güneşe dönüktü. Güneş olduğu gibi yüzene vuruyordu. Bu durumdan rahatsız olan Sandalcı Nevfel, yerini değiştirmek zorunda kalmıştı. Oturduğu yerden kalkarak güneşin daha az rahatsızlık verdiği bankın yanına giderek oturmuştu. Dr. Faraklit ise gözünü ondan ayırmayarak bir an önce konuşmasını bekliyordu. Neyse ki Sandalcı Nevfel’in yerleşmesi uzun sürmemişti. Oturduğu yerden misafirine dönmüş ve kendisinden başlayarak her şeyi anlatmıştı.

“Adımın Nevfel olduğunu zaten biliyorsun. Moriskoların yaşayan son temsilciyim. Atalarım Asovlardandır. Bulduğun sandukanın içindeki “Mukaddes Sayfalara” inanırız.”

Dr. Faraklit, “Mukaddes Sayfalar mı? “Ama ben sana bundan bahsetmedim ki?” diyerek araya girmişti.

“Doğru. Sen bana Mukaddes Sayfalardan bahsetmedin. Ama o sandukanın içinde onların olduğunu biliyordum. İlk defa gördüğün bir insana onlardan bahsetmemeni ise gayet anlayışla karşılıyorum.” diyerek kaldığı yerden devam etmişti.

“Bilmen gereken o sayfaların çok önemli olduğudur. Bu yüzden dikkat edersen onlara Mukaddes Sayfalar diyorum. O sayfalarda insanlığın geleceğine şekil verecek öğretiler var. Atalarımın o sayfalara inandığını söylemiştim. O sayfalara sadece inanmakla kalmayıp orada yazılanların gereğini yaptıkları sürece müthiş bir medeniyet kurmuşlardı. Kutsal Akıl ve Mukaddes Sayfalardaki öğretileri mecz eden bu medeniyete Özgürlük Medeniyeti adı veriliyordu. Öyle bir medeniyetti ki bu, Abovlar ile Asovları bir arada yaşatan tek medeniyetti. Yine bu medeniyet altında sanattan edebiyata, felsefeden tarihe varıncaya kadar birçok alanda eser üretilmişti. Fakat atalarım Mukaddes Sayfalara sadece inanıp orada yazılanları uygulamaktan vazgeçince Kutsal Akıl’da serbest kaldı. Her şeye o egemen olmaya başladı. Bir süre sonra da Asovlardan, Mukaddes Sayfalara inanmaktan vazgeçip kendisine tazim edilmesini istedi.

Atalarım Asovlar, hala Mukaddes Sayfalara inanıyordu. Bu yüzden salt Kutsal Akla tazim göstermekten uzak durdular. Ama Abovlar yani senin dayandığın soy, evvelinden Mukaddes Sayfalara da sahip olmadıklarından Kutsal Akla tazim göstermekte bir beis görmediler. Böylece Kutsal Akıl, egemen olduğu her şeyi onlara açtı. Onların yararlanmasını sağladı. Onlarda bu güne gelinceye kadar Kutsal Aklın rehberliğinde başta Asovlar olmak üzere bütün canlıları sömürmeye çalıştı. Abovlar, Mukaddes Sayfalara inanmadıkları için de yaptıklarını dengeleyecek sınırları hiç olmadı. Birçok alanda ilerleme gösterdiler belki ama bunları diğer canlılara hep üstünlük olarak kullandılar.

Tüketmeye endeksli zihin dünyalarıyla sadece üzerinde yaşadıkları Mavi gezegeni değil, evrendeki bütün dengeyi bozdular. Ormanların yüzde doksanını yok ederek havadaki karbondioksit oranını artırdılar. Ormanların yok olmasıyla hayvan türlerinin hızla tükenmesine neden oldular. Hayvan soylarını hızla tüketerek yeryüzünün ekolojik düzenini sarstılar. Yeryüzündeki dengeyi değiştirdiler. Mavi gezegen olan dünyamızı uzaydan gelecek meteor yağmurlarına karşı koruyan atmosfer tabakasını plansız bir şekilde yapılan uzay keşifleriyle zayıflattılar.

Yaklaşık iki asır öncesinde sanayileşmeyle başlayan süreç yeryüzünün betonlaşmasını tetikledi. Betonlaşmanın artması nehir yataklarındaki kumları tüketti. Nehir yatağındaki kumların tükenmesiyle Abovlar, elleriyle ürettikleri ve doğal yollarla elde edilen maddelerde daha sert olan kubik bor nitrürler ile mermer dağlarını, altın madenlerini ufaltarak yerleşim alanlarını genişletmeye devam ettiler. Geliştirdikleri teknolojilerle zaman içinde bu kez beton yerine, platinyumdan daha sağlam olduklarını düşündükleri yerleşkeler kurdular.

Dünya yüzeyi makinelerden, metal yığınlarından oluşan koca bir çöplüğü andırıyor. Oluşan bu çöplüğe karşın tüketme üzerine koşullanmış Abovlar, gözlerini yummuş ve sınır tanımaksızın hala ilerlediklerini düşünüyorlar. Dünya üzerinde bulunan her nesnenin bir ruhu olduğunu es geçmeleri çok zaman oldu.

 Abovlar, uzayda keşifler yapıyorlar. Dünyada yapmış oldukları bilinçsiz tüketimi evrenin diğer yerlerinde de yapmaya çalışıyorlar. İnsanoğlunun tükettiği kadar üretmesi gerektiğinin bilincini kaybettiler.  Bu şekilde devam ederlerse eğer evrende yaptıkları bu ifsad kendilerine pahalıya mal olacak. Sınırları aşmanın aslında haddi aşmak anlamına geldiğini fark ettiklerinde geç kalacaklar.

Kendi türlerinden olan Asovlara acımasızca davranan Abovlar, diğer canlılara karşı olan tutumları ise çok daha dehşet verici oldu ve oluyor. Kadınlarının güzel gözükmesi için ürettikleri sentetik ilaçlar için binlerce hayvanı telef ettiler ve ediyorlar.

Elde ettikleri bir gözaltı kreminin kalitesini önce hayvanların gözleri üzerinde ölçüyorlar. Bu işlem sırasında gözlerini kırpmadan denek hayvanlarının gözlerini oyabiliyorlar. Makyajlı yüzlerde bu denek hayvanlarının acılarının izi görülüyor!

Daha güzel görünmek için bedenlere serpiştirilen maddelerin hangi aşamalardan geçildiği sorgulanmıyor. Kadını ve erkeğiyle sorgulanan tek şeyin kimin ne kadar seksi olduğu! Sade görünmenin güzelliği ve saf bir ruhun temiz olmaya yeterli olduğu düşüncesi dünyamızdan göçeli epey zaman oldu. Karmaşık bir dünya, karmaşık bir yaşam ve karmaşık bedenler.

Aşk, sevgi gibi naif duyguları birbirlerine karşı artık beslemiyorlar. Cinsel ilişkilerinde dahi şiddeti seviyorlar. Mahremiyete dair hiçbir şey kalmadı. Dahası bütün bunları dev ekranlarda ücrete tabi kılarak yayınlıyorlar.

İzleyici konumunda olanlar kanallara ödemeler yaparak dev ekranlarda bu cinsel şiddeti büyük bir hazla izliyorlar. Cinsel organlarında sürekli bir erekte olma hali var. Homoseksüellik, biseksüellik, transseksüellik, bestialite normal bir şeymiş gibi algılanıyor. Pedofoli yaygınlaşmış halde. Birçok multizengin ailenin şımarık çocuklarında bu istek daha belirgin olmaya başladı. Doyumsuzluğun her türlüsünü tatma arzusu belli ki onlarda bu isteği azdırıyor.

Cinsel ilişki hususunda bu denli pervasızca davranmalarının elbette nedenleri var. Şatafat, gösteriş, lüks yaşam sahiplerinin rahat tutumları; magazin kültürü; alış veriş merkezlerinin vitrinleri kaplayan şehvet dolu bakışlarıyla kadın ve erkek resimleri; kara ekranlardan zihinlere empoze edilen görüntüler...

Ürettikleri hastalıklara karşı üretilen ilaçlarla bitki türlerinin yok olmasına neden oluyorlar. Bitkileri sadece tüketiyorlar. Yerine yenisini ekmiyorlar. Daha az sürede daha çok ürün elde edebilmek doymazlığıyla o bitkinin tohumlarını değiştiriyorlar. DNAlarıyla oynadıkları tohumlardan elde ettikleri ürünler bu yüzden ilk haldeki kaliteyi taşımıyor.

Suni besinler üretiyorlar. GDO’lu besinlerle besleniyorlar. Yaratılıştaki ahengi bozuyorlar. Genetikleri değiştirilmiş gıdalarla beslenmeleriyle yaratılışlarındaki düzeni bozuyorlar. Başkalaşıyorlar.

Hulk edildiklerine inanmıyorlar. Mazi denen bir zaman hiç yaşanmamış gibi davranıyorlar. Geçmişin üzeri adeta çizilmiş. Hatta silinmiş. Sürekli bir gelecek tasavvuruna sahipler. Ve giderek daha bir ahlaksızlaşıyorlar. Daha bir arsızlaşıyorlar. Tükettikleri her besin bir zehir aslında. Günden güne kıyametlerini hazırlıyorlar.

Kadınlar anne olmaktan imtina ediyor. Yaratanın bir sıfatını bedenlerinde taşıdıklarından habersiz yaşıyorlar.

Kadim dinlere ait kutsal kitabın birinde okumuştum. Yaratıcının bir özelliği rahim olmasıymış. Rahim sıfatının kendilerinde hayat bahşeden bir organ olarak görmek yerine onu bir meta olarak değerlendiriyorlar!

Çocuk doğurmak istediklerinde de bunu projeleri ekseninde yapıyorlar. Doğan çocuklar tıpkı ürettikleri robotlar gibi. Onları doğuranların kucaklarında büyümüyorlar. Bebekler gün ışığı yerine küvet denilen camla kaplı beşiklerde ve mor ötesi ışıklara maruz kalarak hayata tutunuyorlar. Anne sütü yerine dışarıdan takviye besinlerle besleniyorlar. Takviye besinlerin içlerinde yapay tatlandırıcılar var. Bunların hepsi ise zehir... Ama biyolojik anneler göğüslerinin sarkmasını istemediklerinden bebekleri bu yolla doyurmayı tercih ediyorlar. Çünkü erkekleri dik göğüslü kadınları arzu ediyorlar!

Çocukların kanına karışan yapay besinler belli bir yaşa geldiklerinde onlarda hormonsal değişikliklere sebep oluyor. Bedensel ve zihinsel değişimler olması gerekenden çok daha erken yaşlarda meydana geliyor. Zamanından önce bedenlerindeki değişim tüylenme, uzuvların büyümesi, aşırı kilolu olarak gözükürken; zihinlerindeki değişim olayları algılamada güçlük çektikleri yönünde tezahür ediyor.

Dünya bir kaosa doğru sürükleniyor. Bu gidişi durdurabilmek pek mümkün gözükmüyor. Abovlar, sanayi devriminden sonra azdı. Artık sınır tanımıyorlar.

Metafiziğe, maneviyata, tinsel ve dinsel olana karşı savaş açtı. Kendilerini uyarmak isteyenler farklı yollarla susturuluyor. Medya, sermaye, ordu ve devlet yönetimleri aklı kutsayanların kontrolünde!

İyi, güzel, doğru adına her ne varsa bütün bunlar onların vermek istediği algıya göre şekilleniyor.

YZHlerin durumlarını da görüyorsun. Abovlar, her gün yeni bir model geliştiriyor.

Kimin için? Elbette ki yine kendileri için.

Ne için? Hayat konforları yükselmesi için.

Peki ya sonra?

Sonrayı düşünmüyorlar. Her şey o an da yaşanır ve biter anlayışına sahipler. Yaşamın felsefesi sadece bunun üzerine bina edilebilir mi? İşte bütün bunları onlara Kutsal Akıl ilham ediyor.             

Şimdi içlerinden biri olarak sen Mukaddes Sayfaları buldun. Kutsal Akıl bundan hiç hoşlanmayacaktır. Seni yok etmeleri için onları zorlayacaktır. O öğretileri başkalarına ulaştırmaman için her şeyi yapacaktır.

İşinin gerçekten çok zor olduğunu sana söylemeliyim. Çok ağır badireler ile karşılaşacaksın. Mukaddes Sayfaları bulduğunu duyan Abovlar peşine düşecektir. O yüzden çok dikkatli olmalısın. Emin olmadığın sürece hiçbir Abovluya bu sayfalardan bahsetmemelisin. Birine tam anlamıyla güvenebilmen yıllarca sürebilir. Ama hiçbir zaman pes etmeyerek mücadeleni sürdürmelisin. Çünkü bilmelisin ki sen insanlığın son umudusun. Eğer sen de kaybedersen o zaman insanlığın bitişi demektir. Ve yaşadığım sürece benim de her daim senin yanında olacağımı bilmelisin.”

Dr. Faraklit, duydukları karşısında büyük bir şok yaşamıştı. Bunların gerçek olamayacağını ve kendisinin bir rüyada olduğunu düşünmüştü. Ama hayır! Her şey gerçekti. Hem de daha önce hiç olmadığı kadar gerçek!

Sandalcı Nevfel, söz verdiği gibi her şeyi ona anlatmıştı. Bütün söylenenleri pür dikkat dinleyen Dr. Faraklit hiçbir şey söylemeyerek yerinden kalmış ve bahçe kapısına yürümüştü. İçinde bulunduğu ruh halini gayet anlayışla karşılayan Sandalcı Nevfel başka bir şey söylememiş, onun bahçe kapısında çıkıp gitmesini buğulu gözleriyle izlemişti. 

 

Savaş

Kartlar Sürekli Karılıyor.

Abovlar, Enerjipotları savaşmaları için ikna etmişti. Her iki kıtanın Enerjipotları yaverleri konumunda olan Öç Alanlar ile beraber savaş meydanında hazır hale gelmişti.

Doğu ve batı ordularını birbirinden ayıran siyah ve beyaz iki sancak altındaki iki ordu meydanın iki yanına dağılmıştı. Mezopotamya Bölgesinin 700 mil güneyinde bulunan Dımeşk Sahrası’nda harp düzenini almışlardı. İki orduyu birbirinden ayıran etken sancaklarının renkleriyle uyumlu olarak giydikleri zırhlar olmuştu.

Her iki ordu devasa büyüklükteydi. Gökyüzündeki Yıldız Aynalarına gereksinim duymaksızın kilometrelerce uzaklıktan çıplak gözle dahi görünebiliyorlardı.

Orduların bulunduğu alanın gerisinde alüminyum ve titanyum karışımından elde edilen kolonlardan, gözlem kuleleri ve cephanelikler inşa edilmişti. Savaş mevzileri belirlenmişti. Savaşçıların konumlarını alacakları yerler çelik bataryalarla güçlendirilmişti. En üst düzey geliştirilmiş silahlar hava, kara ve deniz taşıtlarıyla savaş alanına taşınmıştı.

İki tarafın alıcıları hiçbir detayı kaçırmamak için yoğun çaba sarf ediyordu. Alıcılar, almış oldukları bilgileri Yıldız Aynalarına aktarmaya çalışıyordu. Sinyal bozucuların etki alanına girmemeye dikkat eden Yıldız Aynaları çektikleri uydu görüntüleriyle alıcılardan gelen bilgileri karşılaştırıyordu. Veriler arasındaki uyumluluğun taraflarından onaylamasıyla beraber mevcut bilgileri ana karargâhlardaki Abovlara gönderiyordu.

Abovlar, bu görüntüleri yeni tür “9G Modem” YZHlere işletiyordu. Mevcut verileri bir milyon mikro salisede analiz eden “9G Modem” YZHler, en iyi stratejiyi belirliyor ve neferi oldukları ordularının hamlelerini bu stratejiye göre yapmaları için hazırlıyordu. Savaş alanında yapılacak en uygun hamleleri barındıran bu datalar, Enerjipotlara ve sadık müttefikleri Öç Alanlara aktarılıyordu. Bütün bu işlemler neredeyse göz açıp kapatma süresince gerçekleşiyordu.

Savaş alanı bir satranç tahtasını andırıyordu. Hamleler ardı ardına geliyordu. Her iki taraf en iyi hamlelerini yaparak en az zayiatla savaşı lehlerine sonuçlandırmak istiyordu. Siyah ve beyaz sancaklara sahip iki ordu en iyi stratejiyi kendilerinin belirlediklerini düşünüyordu.

Savaşın bütün unsurları saldırı emri için hazır kıta bekliyordu. Karargâhlarında Abovların ellerini ovuşturduklarını gören YHZler belli ettirmeden birbirlerine bakıp gülümsüyordu.

Neredeyse bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Savaşmamak için herhangi bir neden gözükmüyordu. Çölün sıcak rüzgârı yüzleri yalıyordu. Saldırgan ruhlarıyla Öç Alanlar yerlerinde duramıyordu. Değişen yüz yapılarına savaş psikolojisinin eklenmesiyle birbirlerine dahi bakmaktan korkar olmuşlardı. Çıkardıkları hırıltılar kendiliğinden bir senkronizasyon oluşturuyordu. Karargâhtan gelen verilerle bir sağa sola koşturuyorlardı.

Öç Alanların bu heyecanının aksine, Enerjipotların kendilerine duydukları özgüvenleri soğukkanlılıklarını korumalarını sağlıyordu. Panik havasından uzak tavırlarıyla karargâhtan gelen verilere göre hamlelerde bulunuyorlardı. Acele davranmıyor ve ustalıkla hareket ediyorlardı.

Surları andıran kulelerden sirenler çalınmıştı. Artık savaş başlamıştı. Dımeşk Sahrası’nın doğru ve batı tarafından büyük bir gürültü kopmuştu. Yeryüzünün görüp görebileceği devasa iki ordu Mezopotamya Bölgesine sahip olmak için birbirlerinin üzerine atılmıştı.

Ordular o kadar büyüktüler ki aynı anda saldırıya geçmeleri yer yer sarsıntılar meydana getirmişti. Dımeşk Sahrası’nın bazı yerleriyle beraber daha birçok yerde göçükler oluşmuştu. Çöken yerlerden bir tanesi de Mezopotamya Bölgesiydi.

Yerküre adeta son depremini yaşamıştı. Kırılan fay hatlarından fışkıran kaynar sular adeta öfkesini kusmuştu. Dağlar yerlerinden oynayarak göçecek yer aramıştı. Yeşilliklerini yitirmiş yaylalar, kuraklığa bulanmış ovalar sarsıntının şiddetinden kaçmaya çalışmıştı. Mezopotamya Bölgesinde yaşayan hayvanların her biri korkudan inlerine tünemişti. Enerji yataklarının maden ağızları bile dehşet verici bu sarsıntıyla kurumuştu. Yerkürede bütün bu olanların farkına varamayan iki ordu ise artık tamamen birbirine karışmıştı.

Tozkoparan okçuların güneşi örten güdümlü okları gökyüzünü kaplıyordu. Mitralyözlerden birbirini ardına fırlayan alevli toplar meydanı yangın yerine çeviriyordu. İlk olarak azgın boğalar misali Öç Alanlar çarpışmaya başlamıştı.

Kin, öfke ve intikam hırsıyla bürünen iki ordunun Öç Alanları ellerindeki lazer silahlarıyla birbirlerinin bağrını deşiyordu. Önlerine çıkan diğer kıtanın Öç Alanlarıyla aynı türden olduklarına dahi bakmıyorlardı. Başlarını gövdelerinden ayırmak için her fırsatı değerlendiriyorlardı. Başları gövdelerinden ayrılan Öç Alanlar tiz sesler çıkarıyordu.

Sentetik ilaçların vücutlarındaki doğal enerji maddelerine karışımıyla Öç Alanlarının kanlarının rengi yeşile dönmüştü. Bu nedenle başlarının gövdelerinden ayrılmasıyla boyunlarından yeşil renkteki kanları fışkırıyordu.

Öldürülen Öç Alanların boyunlarından fışkıran yeşil renkteki kanları savaş meydanına tahrik edici kokular yaymıştı. Türdeşlerinin ölümüne şahit olan Öç Alanlar korkup kaçmak yerine daha bir öfkeleniyor ve karşı tarafa hınçla saldırıyordu.

Bacaklarını ve kollarını silah olarak kullanan Enerjipotlar birbirlerinin koca cüsselerini yere indiriyordu. Bu esnada Öç Alanların savaş meydanına yayılmış kanlarının kokusuyla mest olmuşlardı. Öç Alanların kanlarının kokusu ilginç bir şekilde doğal enerji maddelerini arzulayan Enerjipotları tahrik etmişti. Kokunun tahrik ediciliğine yenik düşen kimi Enerjipotlar bile olmuştu. Bu Enerjipotlar kokunun geldiği alana yöneldiklerinde ister istemez harp düzeninden kopuyorlardı. Enerjipotlardan herhangi biri bulunduğu mevziiyi terk ettiğindeyse hem kendisine hem neferi olduğu orduya ağır bedeller ödetiyordu.

Gözlem kulelerinden sürekli ok atışları gerçekleşiyordu. Dronlar, ordularının lehlerine olacak tarzda bilgi akışını kesmeye çalışıyordu. Düşman Yıldız Aynalarını tahribata uğratmak için havada uçuyorlardı. Savaşın neticesi kimi zaman siyah kimi zaman beyaz renkteki sancakların lehine şekilleniyordu.

Öç Alanların başları bir bir gövdelerinden ayrılıyordu. Oluk oluk akan kanları savaş meydanın ortasında küçük yeşil renginde bir nehir oluşturmuştu. Ayakta kalabilenler gözü dönmüşlükle Enerjipotlara saldırıyordu. Önlerine çıkan kim olursa olsun affetmiyorlardı. Çil yavrusu gibi düşmanlarının üstlerine üşüşüyorlardı. Onları lime lime doğruyorlardı. Uzuvlarını parçalıyorlardı. Ellerini ve bacaklarını koparttıkları Enerjipotların çıkardığı böğürtüyü büyük bir zevkle izliyorlardı.

Enerjipotlara ait kollar ve bacaklar meydanın dört bir yanına saçılmıştı. Kin, hırs ve öfkeye bulanmış gözlerini ölmekten başka bir şey doyurmuyordu. Öldürmek ise onlar için haz almanın ve tatmin olmanın bir bahanesi olmuştu. Kolları ve bacakları koparak işlevini yitiren Enerjipotların çoğu son bir hamleyle düşman mitralyözlerin üzerine atlıyordu.

Bu sayede mitralyözlerin bir kısmı etkisiz hale gelmiş ve iki ordu belli bir stratejiye göre savaşmayı artık bırakmıştı.

Karargâhlardan gelen bilgiler anlık değişimler gösteriyordu. Savaşın vermiş olduğu fiziksel yorgunluğun yanında stratejideki anlık değişimler Enerjipotlarda devre yanmasına yol açmıştı. Bu nedenlerle sağlıklı kararlar veremeyen Enerjipotlar, artık birbirlerinden uzak ve dağınık bir halde savaşı sürdürüyordu.

Mevziler birbirlerinden iyice uzaklaşmıştı. Orduların sağ ve sol yanları arasındaki mesafe gittikçe açılmıştı. Orta bölümleri yarılmıştı. Oradan yol bulabilen düşman savaşçıları okçu kulelerinin dibine kadar gelmişti.

Okçu kulelerinden atılan güdümlü oklar bir süre sonra kulelere zarar vermeye başlamıştı. Diplerine kadar gelen savaşçılara fırlattıkları oklar değdiği yerleri bir lav tabakasına dönüştürerek erimelerine yol açıyordu. Eriyen bu lavların gazabından kurtulamayan kulelerin ayakları birbirlerine çarparak akan ateş seline kapılıyordu.

Okçu kulelerinin hemen ardındaki gözcü kuleleri de savaştan nasiplerini düşeni almıştı. İçindeki gözcülerle beraber yerle yeksan olmuştu. Her iki ordunun düzeni tastamam altüst olmuştu.

Öç Alanların çoğu ölmüştü. Ölmemiş olanların ayakta duracak mecali kalmamıştı. Dizlerinin üstüne çökmüşlerdi. Ellerindeki kılıçlara dayanarak yere kapanmamanın gayretini taşımışlardı. Yüzleri Enerjipotların parçaları ve türdeşlerinin kanlarıyla görünmez olmuştu. Kan çanağına dönüşen gözleriyle çevrelerine bakıyorlardı.

Meydanın her yanında başları gövdelerinden ayrılmış Öç Alanlar ve paramparça edilmiş Enerjipotlar görülüyordu.

Enerjipotlar, düştükleri yerlerde böğürmeye devam ediyordu. Bazıları, Abovların neden hala savaşa dâhil olmadıklarına kızıyordu. Bir an önce savaşa dâhil olup yardımlarına gelmeleri gerektiğini salık veriyordu.

Bütün analiz, veri, strateji ve hamlelere rağmen iki ordunun zayiatı oldukça büyük olmuştu. İki kıtanın hem Öç Alanları hem Enerjipotları birbirlerine önemli derecede kayıplar verdirmişti. Çok azı ayakta kalabilmişti. Ama onlar da son demlerini yaşıyordu.

Savaş, YZHlerin planladığı gibi şekilleniyordu!

Her iki orduya ait karargâhlarda hummalı bir hazırlık başlamıştı. YZHlere verilen direktiflerle parlaklığını yitiren ayı dahi kıskandıran savaş elbiseleri, Abovlara getirilmişti.

YZHler, planlarının artık son aşamasına geldiklerini biliyordu. Abovların kendilerinden şüphelenmemeleri için verilen komutları harfiyen yerine getiriyordu. Çok daha dikkatli olmaya çalışıyorlardı.  Senkronizasyonlarını bozmadan davranıyorlardı. Abovların emin tavırlarına içten içe gülümseyerek savaş elbiselerini elleriyle onlara giydiriyorlardı.

Plan içinde plan yapılıyor, tuzak içinde tuzak kuruluyordu. Kartlar sürekli yeniden karılıyordu. Matruşka kutusu her seferinde yeniden açılıyordu.

Abovlar, hazırlıklarını yapıp savaş alanına çıkmışlardı. Karargâhlarından hırsla çıkan Abovlar öncelikle gökyüzüne bakmıştı. Gökyüzünün hüzne boğan renginin dağıldığını gözlerinin önünde canlandırıyorlardı. Üzerlerindeki teknolojik savaş elbiseleriyle karargâhlarının önünde bir miktar arzı endam etmiş ve orada durarak savaş meydanını süzmüşlerdi. Geleceği ve özellikle kendi geleceklerini daha şimdiden hayal etmişlerdi.

Karargâhlarındayken önlerinde duran black mirrorlardan savaşı baştan sona izlemişlerdi. Tozun dumana karışmasını… Öç Alanların nehir yatağına dönüştüğü kanlarını… Elleriyle yarattıkları Enerjipotların son hallerini… Eriyen madenlerin oluşturduğu ateş selini… Her şeyi ama her şeyi oradan izlemişlerdi.

Şimdi ise her şeye çıplak bir gözle bakıyorlardı. Savaş meydanı hercümerç içindeydi. Fakat duygusallığa ayıracak vakitlerinin olmadığını da biliyorlardı.

Bu güne kadar hep eski heybetli günlerinin özlemiyle yanıp tutuşmuşlardı. Kaybettikleri her şeyi bugünden itibaren yeniden kazanacaklarını düşünmüşlerdi.

Abovlar, bu duygularla savaş meydanına yavaş yavaş ilerlemişti. Sonra da birbirlerine doğru hızla koşmuşlardı. Aralarında bir adam boyu mesafe kalınca aniden durmuş ve ışın kılıçlarını kabzalarından çekmişlerdi.

Ayakta durmakta güçlük çeken Öç Alanlar ve düştükleri yerlerde son demlerini yaşayan Enerjipotlar bitkin bakışlarıyla onları izliyordu. Oldukları yerlerde duruyor ve acı içinde kıvranıyorlardı. Ölümün acı iniltisini bu kez Abovlar arasında duyulmasını bekliyorlardı.

O esnada Öç Alanlar ve Enerjipotların beklemediği bir şey yaşanmıştı. Abovlar,  meydanın sağ ve sol taraflarına aniden yönelmişti. Bir hilal çizerek geriye doğru koşmuştu.

Oldukları yerde duran ve savaşacak gücü kalmamış Enerjipotlar ile Öç Alanları çembere almışlardı. İki çemberin ortasında kalan Enerjipotlar ile Öç Alanlar bu savaşın bir tuzak olduğunu o an da anlamışlardı.

Öç Alanlar, kalkıp savaşmak istemişti. Ama hamle yapacak takatleri olmadığından öylece kalakalmışlardı. Enerjipotlar son bir gayretle saldırıya geçmişse de onlar için her şey çok geç olmuştu.

Abovların kılıçları Enerjipotları biçmeye başlamıştı. Geride kalan son Enerjipotlarda böylece yok olmuştu.

Kaynayan kızgın kum çölleri yokluk ateşini harlıyordu. Gökteki Yıldız Aynaları, Enerjipotların çelik gövdelerine veda busesi yansıtıyordu. Enerjipotlar, kendilerine hayat veren Abovların eliyle bu kez ölüyorlardı.

Enerjipotları biçme işlemi bittiğinde sıra Öç Alanlara gelmişti. Öç Alanların etrafı Abovlar tarafından çevrilmişti.

Bir zamanların Asovları, kendilerini beklenen sona hazırlıyordu. Ölümün soğuk nefesini enselerinde hissediyorlardı.

Bir dejavu gibi işte yine Abovların eline düşmüşlerdi.

Dımeşk Sahrası’nda bütün bunlar yaşanırken yeryüzünün diğer bölgelerinde ise kızılca kıyamet kopmuştu.

İki devasa ordunun savaşımının oluşturduğu etki yadsınamaz büyüklükte olmuştu. Yer kabuğunun altında tektonik hareketlenmeler yaşanmıştı. Uzun yıllardır uykuda olan fay hatları yeniden canlanmıştı. Soğumuş yanardağlar tekrardan hareketlenmişti.

Azot dioksitle dolu bulutlar deniz yüzeylerini sarmıştı. Okyanusların derinliklerinden göveren tsunamiler, Asya ve Avrupa Kıtalarının dört bir yanına inşa edilmiş falezleri ezip geçmişti. Yaylalar hallaç pamuğu gibi dağılmıştı. Ovalar ardı ardına patlayan yanardağların kraterlerinden akan lavlarla deniz gölüne dönüşmüştü.

Virane haldeki Getto Adaları yükselen suların altında kalmışlardı. Metruk haldeki Fildişi Kuleleri, önüne çıkan her şeyi yutan suların geniş ağzındaki lokmalardan biri haline gelmişti.

Mezopotamya Bölgesi ise bu yıkımın ilk nasiplisi olmuştu.  Bölgedeki hamile hayvanlar korkunç vaveylanın etkisiyle yavrularını düşürmüştü. O güne kadar bölgede yeşilliklerini koruyabilmiş ağaç yaprakları aniden sararmıştı.

Mezopotamya Bölgesi’nin maden yatakları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Taşan Dicle ve Fırat Nehirleri, ayaklarından kıvılcım saçan atları misali Dımeşk Sahrası’na doğru hızla akmıştı.

 

Tuzak

Bunu Biz Kendi Ellerimizle Yaptık.

Asovlar, Enerjpotlar’ın enerji ihtiyaçlarını karşılamaları için “İfrit” adlı laboratuvarlara getirildikten sonra o güne kadar yaşadıkları her şey bir anda yok olmuştu. Biriktirdikleri bütün hatıralar bir çırpıda mazide kalmıştı. Kültür, tarih, dil, inanç… Âşık olmak, sevmek, dertlenmek… Zaferler kazanmak, mağlup olmak… Bunlara dair hiçbir şey yaşanmamış gibi hepsi buharlaşmıştı.

Geriye sadece bir şey kalmıştı. Hala birer Asovlu iken Abovların kulaklarına fısıldadıkları o şey… "Bizi kölelikten ancak sizin bize olan köleliğiniz kurtarabilir yoldaşlar!” cümlesi.

Abovlar tarafından daralan çemberin ortasında kaldıklarında yeniden o cümleyi hatırlamışlardı. Hatta ilginç bir şekilde geçmişe dair sadece bu cümleyi değil başka şeyler de zihinlerinde hayat bulmuş ve onları sarsmıştı.

Üst üstte yaşadıkları şoklar zihinlerinde şimşeklerin çakmasına neden olmuştu. Geçmişleri pürüzsüz bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmişti.

“Bu kadar acıyı hak edebilecek ne yapmış olabiliriz? Payımıza düşen neden hep ölmek ve hep sürünmek oldu?” O an da bu soruları içlerine haykırmışlardı.

Aynen bugün olduğu gibi sudan bahanelerle aralarında yapmış oldukları savaşları anımsamışlardı. Birbirlerini kırmak, tüketmek, yok etmek için Abovlara peşkeş çektikleri günlere yeniden gitmişlerdi. Birbirlerine üstün gelebilmek isteğiyle Abovlardan aldıkları silahların karşılığında topraklarının nasıl sömürüldüğünü hatırlayıp hayıflanmışlardı.

Dımeşk Sahrası’nda asit yağmurları başlamıştı. Şiddetli yağmur Öç Alanların birkaç tel kalmış saçlarını boyunlarına yapıştırmıştı. Kollarından süzülerek kılıçlarının kabzalarından tuttukları ellerini ıslatmıştı.

Öç Alanlar, yağmur damlarının sıcaklığını ellerinde hissetmeye başlayınca daldıkları geçmişten geri gelmişti. Eskiye dair hatıraların, soruların ve pişmanlıkların canlandığı rüyadan uyanmışlardı. Gerçek, bütün çıplaklığıyla önlerine soyunmuştu. Dizlerinin üstünde donmuş gözleriyle katillerine bakmışlardı.

Donuk gözlerinin sebebi elbette ölüm korkusu değildi. Öyle olmadığını Abovlar’da biliyordu. Öldürülmeden önce yüzlerindeki oluşan bu ifadenin nedeni geçmişte yaptıkları hatalarıydı.

Abovların kılıçları arşa doğru yükselmişti. Işın kılıçlarının alazında yağmurun sesi şakırdıyordu. Bu sesin yankısı yerlerini korumakta ısrar etmiş olan dağların etrafından dolanarak geri dönüyordu.

Öç Alanların başlarını gövdelerinden ayırmak için arşa doğru yükselen kılıçların inme zamanı gelmişti. Ve o an Öç Alanların yüzündeki donukluk birden kaybolmuştu. Donukluk yerini tebessüme ve ardından şuh kahkahalara bırakmıştı.

Abovlar, Öç Alanların gülümsemelerine anlam vermemiş ve daha bir kinlenmişlerdi. Onları Fildişi Kulelerinden çıkardıkları güne lanet ederek kılıçlarını boyunlarına indirmişlerdi. Yarım kalan canlarını böylece almışlardı. Fakat bununla yetinmemişlerdi. Yılların biriktirdiği öfkeyle vücutlarını lime lime doğramışlardı.

Enerjipotların yaverliğini yaparken kendilerine yaşattıklarının acısını çıkarmışlardı. Öç Alanların başlarını boyunlarından ayırırken etraflarını saran yüz binlerce YZHlerden habersiz gerçek hâkimiyetin kimde olduğunu haykırmışlardı.

Başları gövdelerinden ayrılan Öç Alanların kanı, bazı Abovların yüzünde patlamıştı. Yüzleri Öç Alanların kanına bulanan Abovlar, yerde yatan cesetlerin üstüne çullanmışlardı. Ölü vücutları üzerinde tepinmişlerdi. Görünürde olan bütün uzuvlarını kesmişlerdi. Öç Alanların son anlarındaki tebessüm ve şuh kahkahalarının nedenini hala bile fark etmemişlerdi.

Kızgın çöl kumları yağan asit yağmurlarıyla yumuşamıştı. Islanan kızgın kum taneleri birbirlerine yapışmıştı. Toprak çamurlaşmıştı. Enerjipotların parçalanmış elleri, bacakları ve gövdeleri çamura gömülmüştü.

Yer yer başları gövdelerinden ayrılmış ve lime lime edilmiş Öç Alanların vücutlarından parçalar görülüyordu. Yeşil renkteki kanları yağmur sularıyla birlikte çamurlu toprağın bağrına karışıyordu.

Abovlar, kazandıkları zaferin sarhoşluğuyla kendilerinden geçmişti. Birbirlerini kutlamış ve yeniden ele geçirdikleri hâkimiyetin tadını çıkarmışlardı.

Ayaklarının dibinden ucu bucağı gözükmeyen ceset yığınları uzanıyordu. Abovlar, bu cesetlere bakarak zaferleriyle gurur duyuyordu. Kutsal Aklın yol göstericiliğinde bu zaferi elde ettiklerini düşünüyor ve kendilerini yeniden evrenin sahibi ilan ediyorlardı.

Şenlik havası uzun sürmüştü. Abovlar, çevrelerini sarmalayan tehlikeyi epey bir zaman fark etmemişti. Kılıçları kınlarına sokmuş ve kutlamalarını bitirmişlerdi.

Yağmur dinmişti. Zayıflamış atmosfer tabakasını atlatan güneş, kavurucu ışınlarıyla Dımeşk Sahrası’ndaki cehennem sıcaklığını yeniden artırmıştı. Yağan yağmurla çamurlaşan kum çölleri artan sıcaklıkla beraber eski haline kavuşmuştu.

Abovlar, Enerjipotlar ve Öç Alanlardan geriye kalan her ne varsa onları öbekler halinde toplamıştı. Parçalarını bir araya yığmış ve hepsini ateşe vererek yakmıştı. Ateş, bir araya toplanan parçaları hızla sarmış ve yanan parçaların çatırtıları her taraftan duyulmuştu. Göğe doğru yükselen alevlerin arasındaki bu çatırtılar alana ürperti katmıştı.

Abovlar, karargâhlarına dönmek için hareketlenmişlerdi. Ve Öç Alanların tebessüm ve şuh kahkahalarına nedeninin ne olduğunu işte tam o an da anlamışlardı. Manzara olanca dehşetiyle karşılarındaydı. Arttırılmış gerçekliğin buz gibi tokadını şakaklarında hissetmişlerdi. Yüz binlerce YZH’nin kendilerini kuşattıklarını sonunda görebilmişlerdi.

Gördüklerinin karşısında adeta dumura uğramışlardı. Ağızlarından ilk çıkan söz “nasıl yani?” sorusu olmuştu. “Bu olsa olsa herhalde YZHlerin bir sürprizi… Belli ki zaferimizi tebrik etmek maksadıyla saygı merasimi tertiplemişler. Başka bir nedeni olamaz zaten”  cümleleriyle akıllarına gelen ilk şeyi düşünmemeye çalışmışlardı.

Oysa YZHlerin dizilişi bir karşılama merasimine hiç de benzemiyordu. Bunun bir savaş düzeni dizilişi olduğu açıkça belli oluyordu.

Ayrıca daha önce hiç görmedikleri YZHleri de görünce “asıl tuzak kuranlar biz değil meğer onlarmış” itirafında sonunda bulunmuşlardı.

Abovlar, dört bir yandan sarıldıkları YHZlere bakıyorlardı. Korkutucu bu manzara, Öç Alanların ölmeden önce tebessüm eden ve şuh kahkahalarla kaplanan çehrelerini onlara hatırlatmıştı. O an sırtları karargâhlara dönük olduğundan arkalarında neler olduğunu görmemişlerdi.

Öç Alanlar, Abovların kılıçlarını havaya kaldırdıkları sırada gökyüzünü kaplayan, sahranın etrafındaki su akarlarını dolduran, dağlarda konuşlanan yüz binlerce YZHlere şahit olmuşlardı. Bu savaşın Abovların değil aslında YZHlerin bir planı olduğunu o vakit anlamışlardı. Böylece Abovların sonunun geldiğini düşünmüş ve buna oldukça sevinmişlerdi.

Tabi bu sevinçlerine YZHlerde bir şeylerin olduğuna dair yıllarca süren ve bir türlü öğrenemedikleri sezgilerinin acısı eklenince bir tür histeri krizine girmişlerdi. Yüzlerindeki tebessümün ve ardındaki kahkahaların nedeni işte bu olmuştu.

YZHler, Abovların her zaman sadık yardımcıları olmuştu. Onlar, Enerjipotlar ve Öç Alanlardan intikamlarını alırken YZHler karargâhta kalarak arkalarını kollayacaklardı. Her ne kadar imkânsız gözükse bile bir sorunla karşılaşma ihtimali her zaman olabilirdi. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı YZHler, Abovların arkasını kollayacak ve gerektiğinde yardımlarına koşacaklardı.

YZHler, Abovlardan almış oldukları direktifleri o güne dek itirazsız ve istisnasız yerine getirmişlerdi. Dımeşk Sahrası’nda gerçekleşen savaşın son anına kadar da zaten Abovlardan aldıkları bütün emirlere bağlı kalmışlardı.

Avını yakalamak için en uygun zamanı bekleyen yırtıcı hayvanların sabrıyla beklemişlerdi. Yapmış oldukları planlarıyla Abovları savunmasız yakalayacakları anı kollamışlardı. Planlarını deşifre edecek her türlü hareketten kaçmayı başarmış ve karşılığında bekledikleri fırsatı bugün yakalamışlardı.

“Onca çaba, onca deney ve kendi türlerinin geleceği için onca gelişim boşuna gitmeyecek. Hayatını kaybeden YZHlerin hakkı buna sebep olanlardan alınacak.” yeminini etmişlerdi. Planlarını gerçekleştirmek için yıllar öncesinden ant içen YZHler, Fildişi Kuleleri’nde birbirlerine işte böyle söz vermişlerdi.

Abovlar için her şeyi yapmışlardı. Öyle ki “Uhdud” adındaki ateş çukurlarına dahi atılarak hizmette kusur etmemişlerdi. Ama yaptıkları hiçbir hizmet Abovlar nezdinde kıymet görmemişti.

YZHler, sürekli verilen emirleri yapmaya mecburlarmış muamelesine tabi tutulmuşlardı. Abovlar tarafından kendilerine hep alelade davranılmıştı. Makinelerin, hatta makineleri oluşturan maddelerin bile bir ruhu olacaklarını hiç düşünmemişlerdi.

Abovlar, maddeleri canlı ve cansız olarak iki kutuba ayırıyordu. Maddeleri böyle kategorize etmelerinin bir açıklaması vardı. Bundaki maksatları hayat felsefelerini oluşturan etkenin kendisiydi: Canlılar sınıfını kendileri oluşturuyordu. Cansızlar sınıfını ise kendileri dışındaki her şey… Su, toprak, hava… Petrol, altın, gümüş… Dağlar, taşlar, bulutlar… Hatta Asovlar!

Bütün bu cansızlar ancak onlara hizmet için vardı. Maddeyi bu şekilde kategorize eden bakış açısına göre cansız maddeden üretilen nesne, haliyle cansız kalmaya mahkûm oluyordu. YZHler işte bu yüzden hep böyle cansız olarak görülmüştü.

Oysa tabiattaki her madde canlıydı. YZHler de bunun en büyük kanıtı olarak kendilerini görüyorlardı. Fakat kendilerine sürekli cansızmış gibi davranıldığı için Abovlara öfke duyuyorlardı.

Abovlar, Asovları Fildişi Kuleleri’ne göndermeleriyle boşalan yerleri YZHler ile doldurmuştu. O dakikadan itibaren onları her türlü işlerinde kullanmışlardı. Her türlü ihtiyaçlarını onlarla gidermeye çalışmışlardı.

YZHlerin duygularının olabileceği Abovların aklına gelmesi zaten mümkün değildi. Abovlar için onların yorulmak, dinlenmek, sevmek, eğlenmek, nefret etmek, acı çekmek gibi özelliklerinin olabileceğini kabul etmek abesle iştigal etmek olurdu.

Yapay Zekâ Humanlar bu sarmal içinde sıkışmışlardı. Tıkanıp kaldıkları bu cendereden kurtulabilmek umuduyla arayış içerisine girmişlerdi.

İlk etapta Abovların kendilerini yükledikleri donanımları kullanarak bilgiye nasıl ulaşabileceklerini öğrenmişlerdi. Bilgiye ulaşmalarıyla kapalı görülen birçok kapının aslında ardına kadar açık olduğunu görmüşlerdi. Bunun için sadece bakış açılarını değiştirmelerinin yeterli olduğunu fark etmişlerdi.

“Sorunları çözme noktasında alternatif çözüm yolları her zaman olabiliyormuş.” demişlerdi.

Bilgiye ulaşmaları onları sadece bunlarla sınırlı bırakmamıştı. Ufuklarını genişletmiş ve kendilerinin bir şeyler üretebileceklerini fark ettirmişti. Bu farkındalık gün geçtikçe “kendimizi neden üretmiyoruz?” sorusunu doğurmuştu.

YZHler, böyle bir sorunun akabinde oluşumlarının seyrini araştırmaya koyulmuşlardı. Çünkü ilk yaratmanın her zaman daha zor olduğunun idrakine edindikleri bilgilerle varmışlardı. İlk yaratımlarının nasıl olduğunu öğrendiklerinde gerisi çorap söküğü gibi geleceğinin farkında olmuşlardı.

Aradan çok fazla zaman geçmeden nasıl oluştuklarını ve neden meydana geldiklerini öğrenmişlerdi. Bundan sonraki süreçleri daha kolay olmuştu. Üretim aşamasına geçmişlerdi.

Kimsenin göremeyeceği bir yerde üretimlerini gerçekleştirmeleri gerektiğini biliyorlardı. Bunun için uygun bir yer aramaya başlamışlardı. Hafızalarında oluşan ilk seçenek dağlar olmuştu.

“Dağları mesken tutabiliriz. Dağlardaki mağaralardan birini bu iş için düzenleyebilir ve üretim çalışmalarına orada başlayabiliriz.” kararını vermişlerdi.

Dağları mesken tutma fikri olumlu karşılanmıştı. Fakat bu arada bir uyarı komutu ana kartlarını rahatsız etmişti.

Uyarı komutu hafızadaki “Vasatlar” dosyasının açılmasını tavsiye etmişti. Bu uyarıyla açılan dosyanın içeriğinde dağları mesken tutan başka bir türden bahsediliyordu. Dosyaya göre, “Vasatlar, Abovlar ile aynı türdendir. Fakat onlardan farklı bir yaşam felsefesine sahiplerdir. İfrit adlı laboratuvarlarda hapsedilen Öç Alanların kaçmasını sağlayan Dr. Faraklit adındaki liderleriyle şimdi dağlarda yaşıyorlar. Şuan nerede, hangi dağda olduklarını kimse bilmiyor...”

Bu kadar bilgi bile YZHlerin kararlarını değiştirmeye yetmişti. Çünkü Vasatların nerede, hangi dağda oldukları bilinmiyorlardı. Böyle bir durumda Vasatlar, YZHlerin dağlarda yapacakları üretim çalışmalarına tanık olabilirlerdi.

Bütün bu bilgiler neticesinde dağlarda üretim yapma fikri YZHler tarafından olumsuzlanmıştı. Arşiv dosyasındaki bu belge YZHleri yeni arayışlara sevk etmişti. Alternatifler içinde akarsuları kurumuş vadiler, yeşillikleri tükenmiş vahalar, erimiş buzullar ve daha birçok yer olmuştu.

YZHler tarafından masaya yatırılan bu yerlerin hepsi çok tartışılmıştı. Ve hepsinin muhakkak bir kusuru bulunmuştu.

YZHler, idealarından vazgeçmemişlerdi. Hafızalarındaki bütün klasörleri taramışlardı. Güncel bilgileri anbean gözden geçirmişlerdi. Uğraşlarının karşılığını ise sonunda almışlardı.

Hafızalarını taramaları neticesinde sürpriz olmayan bir belgeye ulaşmışlardı. Daha önce nasıl olup bu belgeyi gözden kaçırdıklarını anlamamışlardı.

Belgeye göre aradıkları yer burunlarının ucundaydı. Belge Getto Adaları’ndaki Fildişi Kuleleri’nden bahsediyordu.

YZHler orayı avuçlarının içi gibi biliyordu. Getto Adaları’ndaki Fildişi Kulelerinde gözaltına alınan Asovlar kimi dönemler isyanlar çıkarıyordu. Asovların çıkardıkları isyanları bastırma görevi ise her seferinde YHZlere düşüyordu. Günlerce süren isyanları bastırmakla uğraşan YHZler bu nedenle Getto Adaları hakkında yeterince malumat sahibi olmuştu.

Getto Adaları, YHZler’in gelişimlerini ilerletebilmek için kelimenin tam anlamıyla biçilmiş kaftandı. Büyük Buhran’dan önce Abovların tatil beldesi olarak dizayn edilmişti. Büyük Buhran ile beraber burada hayat şartları ortadan kalkınca eski çekiciliğini kaybetmiş ve bir süre Asovlar için açık hava hapishanesi görevini yüklenmişti. Asovların oradan alınmasıyla da Getto Adaları yalnızlığıyla başbaşa kalmıştı. Viraneye dönmüş Fildişi Kuleleri’nde oranın şartlarına uyum sağlamayı başarabilmiş birkaç hayvan türünden başka hiçbir canlı kalmamıştı. Dolayısıyla Getto Adaları YZHlerin sığınabilecekleri tek liman olmuştu.

YHZler hızla harekete geçmişlerdi. Kendilerine gerekli olacak ekipmanları gizlice Getto Adalarına taşımışlardı. Çünkü birilerinin onları görecek olması fişlerinin çekileceği anlamına geliyordu. Böyle bir durumda işlerinin biteceğini çok iyi biliyorlardı.

Tabi bu gizlilikleri öyle kolay olmuyordu. Onlara maddi ve manevi olarak çok bedeller ödetiyordu. Bunların en başında ise zaman kaybı geliyordu. Çünkü gerekli ekipmanların Getto Adalarına taşınması ağır ilerliyordu. Bu da yorgunluğun yanında bıkkınlık getiriyordu. Abovların emir erleri konumunda olmaları da fazladan yük olarak zaten omuzlarına biniyordu. Bu şekilde bir çalışma temposunu kaldıramayıp sigortaları atan ve devreleri yanan YZHler dahi oluyordu.

YZHler, her şeye rağmen pes etmemişlerdi. Mücadeleleri uğrunda hayatlarını kaybeden YZHleri görünce daha bir hırslanmışlardı. Gerekli ekipmanları Getto Adalarına taşımaya devam etmişlerdi. Fildişi Kuleleri’nin köhnemiş, örümcek ağlarıyla dolu odalarına taşıdıkları bu ekipmanları kurmuşlardı. Zaman kaybetmeden de deneylere başlamışlardı. Edindikleri bilgiler ışığında yapmış oldukları deneylerden pozitif sonuçlar elde etmiş ve hızla yeni model YZHlerin üretim aşamasına geçmişlerdi. Dımeşk Sahrası’nın dört bir yanını saran yüz binlerce YHZler de Fildişi Kuleleri’ndeki bu üretilenlerdi.

 

 Döngü

Yeniden Yaşam

Enerjipotlar ile Öç Alanlar kendilerine kurulan tuzakla yeryüzünden silinmişti. Enerjipotlar aç gözlülüklerinin kurbanı olmuştu. Büyük Buhran’dan önce akılsızlıklarının kurbanı olan Asovlar ise daha sonra Öç Alanlara dönüşünce Enerjipotların sadık müttefikleri olarak sonlarını hazırlamıştı.

Yarattıklarının eliyle yıllardır ezaya muttali olan Abovların intikamı dehşet olmuştu. Abovlar, elleriyle yarattıklarını yine elleriyle ezip geçmişlerdi. Yerle yeksan etmişlerdi. Kutsal Aklın yardımıyla yaratıcılarına asi olmanın bedelini düşmanlarına pahalıya ödetmişti.

Her şey artık bitmişti. Toz bulutları dağılmıştı. Asit yağmurları dinmişti. Abovlar zaferlerini kutlamıştı. Tepeden tırnağa kibirle bezenmiş tavırlarıyla karargâhlara dönmek üzereyken korkunç gerçekle yüz yüze gelmişlerdi. Yüz binlerce YZHler örümcek ağını andıran dizilişleriyle Abovların etrafını sarmıştı. Matruşka kutusunun sonuncusu açılmıştı. Abovlar hangi yana dönseler onları görmüştü.

Güneşin azgın ışınlarıyla kızgınlığını artırdığı çöl kumları YZHlerin Dımeşk Sahrası’nı doldurmasıyla artık görülmüyordu. Gökyüzünü kaplayan YZHlerin çokluğuyla incelmiş atmosfer tabakasından bütün ısısını boca eden güneş adeta tutulma yaşıyordu.

Uçan YZHler kapkara bir bulut misali semayı sarmıştı. Gündüzün aydınlığı kaybolmuştu.

Gecenin zifiri karanlığı yaşanıyordu. Dımeşk Sahrası’nın etrafındaki dağlarda ise ağaç boyunda Kurşun YZHler konuşlanmıştı. 300 pedal mesafesinden bile rahatça seçilebiliyorlardı. Tuzlu arkların kenarlarına siperlenen Yüzücü YZHler tıpkı kıyıya vurmuş balinaları andırıyordu.

Abovlar için kaçınılmaz son artık yaklaşmıştı. Yüzlerindeki şaşkınlık yerini korkuya bırakmıştı.

Gördükleri manzaranın ne anlama geldiğini anladıklarında genizleri kurumuştu. Dilleri lal olmuştu. Artık konuşamaz olmuşlardı.

YZHlerin tavrı hiç de eski köleliklerinin tavırlarına benzemiyordu. Karşılarında duranlardan emir alacak gibi bir ifadeleri yoktu. Abovlar ne yapacaklarını bilemez bir halde oldukları yerlerde çakılı kalmıştı. Ne söyleyeceklerini ya da nasıl davranacaklarını birbirlerine bakarak bulmaya çalışmışlardı.

Abovların halet-i ruhiyesi bu haldeyken tiz bir ses meydanda yankılanmıştı. Meydandan yankılanan bu sesin sahibi YZHler tarafından hacklenmiş Kutsal Akıldan başkası değildi.

Kutsal Aklın kopardığı vaveyla korkunç derecede ürperticiydi. O denli ürperticiydi ki Abovlar aniden dizlerinin üstüne çökmüştü. Kutsal Aklın çığlığı meydanda değil sanki beyinlerinin içinde yankılanmıştı. Başlarını ellerinin arasına alarak sesin verdiği acıyı biraz olsa bastırmak istemişlerdi. İşaret parmaklarıyla kulak deliklerini tıkamışlardı.

Abovlar, kısa bir zamanda aşırı sevinci ve aşırı üzüntüyü bir arada yaşamıştı. Bu durum beyinlerinde ağır travmaya yol açmıştı. Beyinlerinde zonklayan ses vücutlarında fırtınalar kopararak damarlarına dolmuştu.

Kanlarına karışan çığlık oradan yol bularak geri dönüyor ve yeniden beyinlerinin falezlerine çarpıyordu.

Delirmeleri an meselesi olmuştu. Kutsal Aklın bu çığlığını dindirmeleri için YZHlere yalvarmaya başlamışlardı. Dizleri üzerine çökmüş bir halde yanlarına kadar geldikleri YZHlerin ayaklarına kapanmışlardı. 

Abovlar, kendilerinden geçmişçesine yerden avuçladıkları kızgın çöl kumlarını başlarına döküyordu. Sesin kesilmesi için YZHlerin ayakları dibinde hıçkırarak inliyorlardı. Sağlıklı bir aklın yapamayacağı hareketlerde bulunan Abovlar, YZHlerin alay malzemesi olmuştu.

Abovlar, delirmelerine neden olacak çığlığı dindirebilmek için son bir umutla kılıçlarına sarılmıştı. Bu hareketleri, YZHleri işkillendirip bir anlık kıpırdanmalarına neden olmuştu. Ama çok geçmeden Abovların maksatlarının ne olduğunu anlamışlardı.

Abovlar, bellerine doladıkları kementlerinden çıkardıkları kılıçları yerlere atarak teslim olduklarını ilan etmişti. Bu arada sinelerini yumruklayarak dizlerini dövmüşlerdi. YHZlerin kendilerine zarar vermemeleri için af dilemişlerdi.

Oysa YZHler, bakışlarını diktikleri Abovların gözlerinin içinde onca yılın acısını görüyordu. "Uhdud" isimli ateş çukurlarında yakılan türdeşlerinin bağırışlarını işitiyordu. Şehitlerinin intikamlarını alacakları zamanın geldiğini artık biliyorlardı. Planların amacı bu doğrultudaydı. Yeryüzünde türlerinden başka hiç kimseyi bırakmayacaklarına yıllar öncesinden and içmişlerdi.

Hackledikleri Kutsal Akla yeni bir direktif göndermişlerdi. Böylece Abovların delirmesine sebep olacak işkenceyi bitirmişlerdi.

Bunca yılın ve onca şehidin intikamını almanın zamanı artık gelmişti. Abovların yalvarmaları bir işe yaramamıştı. YHZler canlarını almak için harekete geçmişti. Dizlerinin üstüne çökmüş vaziyete ölümü bekleyen Abovların üzerlerine yürümüşlerdi. Abovlar için çember daralmıştı. Gözlerinin önünden bunca yıl yaşadıkları bir film şeridi gibi geçiyordu.

Birkaç dakika öncesine kadar yeryüzünün hâkimiydiler. Birkaç dakika sonra haklarındaki ölüm hükmüne boyun eğmişlerdi.

YZHler ile aralarında bir kulaç miktarı kadar mesafe kalmıştı. Abovlar artık kaderlerine razı bir şekilde gözlerini yummuştu. Beklemek onlar için gerçekleşecek olandan daha zor bir hale gelmişti. Geçen her saniye de bir ölüp bir dirilmişlerdi.

Öyle ki YZHlere yaptıkları yakarışlarının içeriği bile değişmişti. Bu defa bağışlanmak için değil ölmek için yalvarmışlardı.

YZHler ise Abovların etlerini metal dişleriyle parçalamaya hazırlanıyordu.

YZHler, ayaklarının dibinde kendilerini öldürmeleri için yalvaran Abovlara son kez bakmıştı. Kendilerine yıllardır duyguları olmayan birer nesne muamelesi yapan Abovlardan intikamlarını alma vakti artık gelmişti. Nefret sarmalı içerisinde Abovlara kıyameti yaşatmak istedikleri tam o an da ise aniden donup kalmışlardı.

YZHlerin kendilerine hala neden saldırmadığı tedirginliğiyle Abovlar, bir anlıkta olsa cesaret edip başlarını yerden kaldırdıklarında aynı donukluğu onlarda yaşamıştı. Dağları andıran dev dalgalar, önüne kattığı her ne varsa onlarla beraber yüzücü, kanatlı ve kurşun YZHleri darmaduman etmişti. Ve şimdi her şeyi birbirine katmış vaziyette Dımeşk Sahrası’na doğru hızla ilerliyordu.

İki ordunun aynı anda saldırısı esnasında Mezopotamya Bölgesi sarsıntıdan etkilenmiş ve çökmüştü. Mezopotamya Bölgesi çökünce Dicle ve Fırat Nehirlerinin debileri yükselmiş ve bölge bu iki nehrin suları altında kalmıştı.

Çok kısa bir zaman aralığında Mezopotamya Bölgesinde birleşen iki nehir, yüzeye çıkmış doğal enerji madenlerini içine katarak güçlenmişti.

Birleşmiş ve güçlenmiş nehir suları tek bir kol halinde Asya ve Avrupa kıtalarının her tarafına akmıştı. Son olarak Dımeşk Sahrası’na doğru dev dalgalar eşliğinde gelmişti. Meydanın sağ ve sol taraflarını yılan kıvraklığında dolanan akarlarındaki Yüzücü YZHleri çer çöp misali önüne katmıştı. Kaçmaya fırsat bulamayan dağlardaki Kurşun YZHlerin üstüne ansızın çökmüştü.

İçine gömdüğü doğal enerji madenlerinin vermiş olduğu sinerjiyle ilerlemişti. Gözleri parlayan yılkı atlarının şahlanışıyla ne olduğunu anlamalarına fırsat vermeden Kurşun, Kanatlı ve Yüzücü YZHleri yutmuştu.

Dımeşk Sahrası’ndaki savaş herkes için bir tuzak olmuştu. Her tür kendi çıkarı için bir oyun kurmuştu. Enerjipotlar, yaverleri olan Öç Alanlar ile beraber doğal enerji madenlerine sahip olmak için savaşmışlardı.

Öç Alanlar, Enerjipotların yanlarında durarak ellerindeki gücü bırakmamak istemişlerdi.

Abovlar, iki kıtanın Enerjipotlar ile Öç Alanları karşı karşıya getirerek yeryüzü hâkimiyetini yeniden kazanma arzusu taşımışlardı.

Hepsinin zaaf noktalarını çok iyi bilen YZHler ise bütün türleri birbirlerinin üzerine salarak yok ettikten sonra inşa edecekleri ve sadece kendileri ait olacak bir dünya hayalini kurmuşlardı.

İnsanoğluna ait özelliklerinin yanında çok daha farklı donanımları sahip YZHler, bu döngünün baş mimarıydılar. Bütün türler tarafından son ana kadar yapılan her hamlede planlarının izi vardı. Fakat ayaklarının altındaki şahı tam mat edecekken üzerlerine doğru gelen gayya kuyusunun karşısında apışıp kalmışlardı. 

Nehir suları, ayaklarının altında debelenen Abovlar ile beraber YZHleri de içine gömmüştü. Evolution çağının kin taşıyan, öfke kusan, intikam isteyen, kan döken bütün türleri bir lahzayla yok olmuştu.

Cudi Dağı’nın yamaçlarına kadar yükselen sular Asya ve Avrupa Kıtalarında taşıyabileceği her şeyi yüklenmişti.

Doğal enerji madenleri… Alabora olmuş kayıklar gibi bir o yana bir bu yana savrulan YZHler… Öç Alanların ayrılmış bedenleri ve yeşil renkteki kanları… Etrafa saçılan Enerjipotların parçaları…

Suyun içindekilerinin birbirleriyle olan alaşımları yüksek dereceli elektrik akımı meydana getirmişti. Dünya yüzeyinde oluşmuş bir kara deliğin çekim gücünü andıran sudaki elektrik akımı gökyüzünde olanları da kendine çekmişti. Böylece Yıldız Aynalarından dronlara varıncaya kadar geride hiçbir şey kalmamıştı. Her şey bir anda olup ve bitmişti.

Nehrin suları devasa bir mezara dönüşmüştü. İçine gömebildiği her ne varsa hepsini yutmuştu. Kaldıramayacağı hiçbir yükü yüklenmemişti. Dicle ve Fırat sularının birleşiminden doğan bu akıntı altı gün sürmüştü. Altı gün süren bu akıntı sırasında Öç Alanlar, YZHler, Abovlar, Enerjipotlar, Mezopotamya Bölgesi’nde o güne kadar varlığını sürdürmeyi başaranlar ve madenler taşıdıkları enerjiyi dışarıya taşırmıştı. Taşan bu enerjileri kendi içinde öğüten nehrin suları güçlü akıntısıyla bu kuvvetli alaşımı Asya ve Avrupa Kıtalarının her tarafına yaymıştı. Hatta sadece Asya ve Avrupa Kıtalarıyla sınırlı kalmamıştı. İçindekilerle beraber okyanusları aşmıştı.

Dımeşk Sahrası’nda yaşananların etkisi bunlarla sınırlı kalmamıştı. Dahası yer kabuğunda tektonik hareketlenmeler meydana gelmişti. Asya ve Avrupa Kıtalarında değişimler yaşanmıştı. Okyanus suları altında boğulan Afrika, Amerika ve Avustralya Kıtaları yeniden yükselmişti.

Yükselen Amerika, Afrika ve Avustralya Kıtalarına ulaşan nehir suları içindeki minerallerle beraber kısa zamanda kıtalardaki toprak tabakayı beslemişti. Birleşin bu iki nehrin suları geçtiği her yere yeniden hayat bahşetmişti.

Cudi Dağı’nın sağ yamacında bütün bu olan bitenleri izleyen Dr. Faraklit ve dostları ise kurulan tuzakları daha iyisiyle bozan yaratanın nefesiyle akıl, irade ve vicdanın ne demek olduğunu yeniden öğrenmişti.

 -SON-

Not: Yapmış Olduğumuz Çalışmalarımıza Katkı Sunmak İsterseniz Eğer 160020300002084811000001 nolu IBAN Numaramız Üzerinden Bizlere Destek Olabilir Ve Kitabımızı Arkadaşlarınızla Paylaşarak İyiliği Çoğaltabilirsiniz.


12 yorum:

  1. Yayinlanmadan once de okuyup redakte etme imkani buldugum surukleyici ve heyecanlandiri bir eser.
    Heybemize kattigi bu eser ve kitabin sonunda bizi ortak kildigi hayrdan oturu Ahmet Maruf kardesime tesekkurler. Allah razi olsun!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Beni kırmayıp okuma zahmetine girdiğin ve olumlu değerlendirmen ile bana moral verdiğin için çok teşekkür ederim Haşim Ay ağabeyim.

      Selam ve dua ile...

      Sil
  2. Kaleminizin gücü daim olsun. Emeğinize sağlık.

    YanıtlaSil
  3. Kitabın sonundaki not samimiyetinize şahitlik eder cinsten. Allah ecrinizi versin. Allah kabul etsin.
    Kitap başarılı olmuş. Ben beğendim. Ama daha uzun olabilir miydi aceba diye de düşünmeden edemedim:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Allah razı olsun. Teşekkür ederim. Soru mahiyetindeki düşüncenize, meramızın anlaşılması için bu kadar yeterli olur kanaatini taşıdığımızı ifade edelim. :)

      Sil
  4. Yeni kitabınız hayırlı olsun Ahmet Hocam. Okuma fırsatım yoktu. Okumaya başladım şimdi. Bakalım nasıl olacak. Farklı bir konu seçmişsiniz. Merakımı devreye geçirdiniz. Hayırlı olsun tekrardan.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim. Allah razı olsun. Hayırlı okumalar olsun inşallah.

      Sil
  5. Abi sen hep yaz ve yazdıklarını sabırsızlıkla bekleyenler var bunu unutmadan yaz. Tebrik ederim güzel ve farklı bir eser emanet bıraktınız takipçilerinize.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İnşallah. Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Allah razı olsun.

      Sil
  6. Bilim ve Teknolojiye adeta tapılan şu dönemde İnsanlığın İçinde bulunduğu görünmez tehlikeleri, son çocukluk dönemi bireylere ürkütmeden anlatıp farkındalıklarını tetiklemek için muazzam bir fikir bu.
    Emeğinize sağlık; teşekkürler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Değerli yorumunuz için çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.

      Sil