DÖNGÜ
YENİDEN
YAŞAM
Distopya
İÇİNDEKİLER
YZHler
ÖÇ Alanlar
Enerjipotlar
Dr. Faraklit
Titreşim
Parıltı
Sanduka
Şifre
Sandalcı Nevfel
Görev
Savaş
Tuzak
Döngü
Varlığıyla Her Zaman Bana İlham Olan Eşime...
Akide Demir’e
Ahmet Maruf Demir
1985 Yılında Diyarbekir'de doğdu. İlk,
orta ve lise öğrenimlerini Diyarbekir'de yaptı. 2008 Yılında Dicle Üniversitesi
B.E.S.Y.O bölümünden mezun oldu. İlkokul çağlarından itibaren yazma serüvenine
başlayan yazar özellikle içinde yaşadığı toplumun sorunlarını kimi zaman nesir
kimi zaman şiir çalışmalarıyla dile getirmeye çalıştı. Yazı ve şiirleri birçok
dergi ve haber sitelerinde yayımlanan yazar ayrıca bu güne kadar bir şiir ve bir de anlatı türü olarak iki adet matbuu esere imza attı. 12 yıllık radyo programcılığının son üç yılını radyo yayın yönetmenliği olarak yapmış olan yazar, yazılarına hala blog sayfasında yer vermektedir. Yapmış olduğu çalışmalardan bugüne kadar hiçbir maddi talepte bulunmayan yazar, okuyacağınız bu eseri ise hayırlı bir amaç için blog sayfası üzerinden paylaşarak ezber bozan çalışmalarına bir yenisini daha eklemiştir.
NOT: OKUYACAĞINIZ BU ESERİN SONUNDA SİZLERİ HAYIRLI BİR SÜRPRİZ BEKLİYOR OLACAKTIR!!!
DÖNGÜ
YENİDEN YAŞAM
Yazar
Ahmet Maruf Demir
Necmettin Asma
Geleceği değiştirebilir miyim?
Büyük Buhran'da Neler Yaşandı?
Kısa Kesitler.
Dünyanın yegâne uydusunun üzerindeki bilimsel kazılar Ay'ın dengesini bozmuştu. Bu çalışmalar neticesinde Ay'ın bozulan işlevselliği dünya yaşamı üzerinde birçok olumsuzluğu beraberinde getirmişti. Bunlardan biri de deniz ve okyanuslardaki metcezir olaylarının bir ölçüye göre artık hareket etmemesiydi.
Kuzey ve Güney Kutup Bölgeleri küresel ısınmanın neticesinde yok olmaya yüz tutmuştu. Buz dağlarının saçı dökülmüş ve beli bükülmüştü. Bastonuna dayanmış ve yavaş adımlarla yürüyen yaşlı bir insanoğlu misali günden güne erimişti. Buzulların erimesi, okyanus debisindeki su oranını yükseltmişti.
Yerkürenin beş
kıtasından üçü olan Afrika, Amerika ve Avustralya Kıtaları, tsunamilerin
oluşturduğu dev dalgalar tarafından istila edilmişti. Okyanus yüzeyinde sürekli
oluşan gelgitlerle üç kıtadaki doğal yaşam bütünüyle tahribata uğramıştı.
Afrika, Amerika ve
Avustralya Kıtalarında yaşam emareleri tümden tükenince buralardaki hayatta
kalmayı başarmış Abovlar, Mezopotamya Bölgesi’nin bulunduğu Asya ve Avrupa
Kıtalarına göç etmişti.
Asya ve Avrupa Kıtaları,
Dicle ve Fırat adındaki iki uzun tatlı su ırmağının bulunduğu yerkürenin
yaşanabilir son topraklarına sahiplerdi. Aynı zamanda bu topraklardaki iki
nehir yerküredeki son hareketlenmelerle birleşen Asya ve Avrupa Kıtalarının
sınırlarını belirliyordu.
Geniş ormanlık
alanlarının olduğu ve son doğal maden rezervlerine sahip Mezopotamya Bölgesi'de
bu iki kıtanın sınırlarını belirleyen Dicle ve Fırat Nehirlerinin ortasında
kalmıştı. Bu bölge Asya ve Avrupa Kıtalarının yaşanabilir olmasını sağlayan
asıl etkendi.
Yerküre doğal afetlerden
dolayı oldukça yorulmuştu. Doğal afetlere çare bulmak için bir şeylerin
yapılması gerektiği Seçilmişler tarafından sonunda anlaşılmıştı.
Abovlar, her dört yılda
bir kendi kıtalarındaki konseylere temsilciler gönderiyordu. Seçilmişler, konseylere gönderilen bu temsilcilerden oluşuyordu.
Dünya üzerinde bahar
mevsimleri artık yaşanmıyordu. Yağmur’a Hasret ve Güneş’e Hasret mevsimleri
olarak sadece iki mevsim görülüyordu.
Meteor Yağmurları Ayıda,
Güneş'e Hasret Mevsiminin Aylarından biriydi. Diğer kıtalardaki Abovlar, Asya
ve Avrupa kıtalarına bu ayda göç etmişlerdi. Bir ay sonra, yani Kara Delik
Ayına gelindiğinde her iki kıtanın Seçilmişleri bu kez aynı konseyde bir araya
gelmişti. Tek konseyde bir araya gelmelerinin nedeni doğal afetlere çare bulmak
için Wifi Yasaları’nı oluşturmaktı.
Abovların yüzyıllardır
süregelen alışkanlıklarından dolayı Wifi Yasaları'nı kabul etmeleri hiç kolay
olmamıştı. Yasa maddeleri üzerinde uzun tartışmalar yaşanmıştı. 2050
yılının Yıldızlar Arası Ayına geçilmiş ve yasa maddeleri üzerinde mutabakat
nihayet bu ayda sağlanmıştı.
Wifi Yasaları’nın
maddelerinden birini Mezopotamya Bölgesi oluşturuyordu. Seçilmişler, yasa
maddelerini Abovlara bildirirken bu madde üzerinde özellikle durmuşlardı.
Mezopotamya Bölgesi
üzerinde önemle durmalarının haklı bir nedeni vardı. Seçilmişler, bu bölgenin
yenilenebilir ekolojisinin olduğunu düşünüyordu. Mezopotamya Bölgesi’nin,
Afrika, Amerika ve Avustralya kıtalarına yeniden hayat bahşedebileceğini
umuyorlardı.
Abovlar, “Buradaki doğal
madenleri nehir sularıyla öteki bölgelere taşımamız mümkün olabilir. Nehir
sularıyla taşınacak doğal madenler diğer yerlere can verebilir ve yeryüzü eski
ihtişamına yeniden kavuşabilir” ortak paydasında buluşmuştu.
Bu nedenle her iki
kıtanın Enerjipotları, sleepmatiklerini bu bölgeye uzatmamalıydı. Abovlar,
Enerjipotları durdurmak için ne gerekiyorsa yapmalıydı. Gerektiği takdirde
gönüllü köleliğe bile razı olacaklardı.
Bu yüzden Wifi
Yasaları’nın üzerinde en fazla durulduğu madde bu olmuştu. Çünkü bu madde
oldukça ağır şartlar içeriyordu. Fakat Abovların başka alternatifi yoktu. Wifi
Yasaları’na da böylece bağlılık yemini etmişlerdi.
Wifi Yasaları şu
maddelerden oluşturuyordu:
1) Abovlar, kendilerine
bu imkânları bahşedenin Kutsal Aklın olduğuna dün olduğu gibi bugünde
inanacaklar.
2) Abovlar, Kutsal Aklı
gün doğumları ve gün batımlarındaki merasimlerde anmayı aksatmayacaklar.
3) Abovlar, ırklarının
yaşamın özü olduğu fikrinden hiçbir zaman vazgeçmeyecekler.
4) Abovlar, içgüdüleri
doğrultusunda sınırsız özgürlük alanlarına sahip olabilecekler.
5) Abovlar, hayatta
kalmayı başarmış diğer canlıları hizmetlerine almaya devam edecekler.
6) Abovlar, yaşamları
için evrendeki kaynakları diledikleri şekilde kullanabilecekler.
7) Abovlar, Mezopotamya
Bölgesi’nin dokunulmazlığına kayıtsız ve şartsız teslim olacaklar.
8) Abovlar, bir önceki
maddenin karşılığı olarak Enerjipotların bütün enerji ihtiyaçlarını kendileri
karşılayacaklar.
Abovlar, her zaman
kendilerini her şeyden üstün gören bir ırk olmuştu. Anlayışlarına göre evrende
var olan yaşam onların etrafında şekilleniyordu. Evrendeki diğer her şeyin var
olma nedenin onlara hizmet etmek için olduğuna inanıyorlardı.
Ayıca Abovlar, tinsel ve
dinsel dürtülerden arındırılmış Kutsal Akla sahiplerdi. Bir araya geldiklerinde
Kutsal Akıl hakkında sürekli şöyle konuşuyorlardı:
“Kutsal Akla sahip olan
tek canlı türüyüz.”
“Onun yol
göstericiliğinde birçok sorunun üstesinden geldik.”
“Kutsal Akıl zor
zamanlarda hep yardımımıza koştu.”
“Kutsal Akıl sayesinde
hayatta kalabildik.”
“Bizi düştüğümüz bu
durumdan elbette Kutsal Akıl kurtaracak.”
Böyle konuşmalarının
sebebi boşuna değildi. Çünkü Wifi Yasaları’nı dahi Kutsal Aklın rehberliğinde
oluşturmuşlardı. Mezopotamya Bölgesi'nin dokunulmazlığı fikrini yine onlara
Kutsal Akıl ilham etmişti. Doğal afetlere yönelik bir çıkar yol bulamadıkları
takdirde post-köleliğin kaçınılmaz olacağını onun rehberliğinde yakinen
duyumsamışlardı.
Yarım yüzyıl öncesine kadar
beş kıtanın tamamında ormanlık alanlara, çağlayan nehirlere, envai çeşit
bitkilere ve binlerce hayvan türüne rastlanıyordu. Fakat şimdi Mavi gezegenin
üç kıtasında yaşam bitmişti.
Tsunamilerin etkisiyle
kum çölleri okyanus sularına karışmıştı. Mavi gezegenin birçok bölgesi kızıl
renge bürünmüştü.
Göz kamaştıran
güzelliklerinin yerinde yeller esiyordu. Esen bu yeller bile dioksit gazları
taşıdığından canlıları zehirleme riski taşıyordu.
Mezopotamya Bölgesi bu
yüzden Abovların tek ümidi olmuştu. Abovlar, dünyanın geri kalan kısmına hayat
bahşedebilme ihtimalinin üzerinde epeyce durmuş ve doğal maden rezervlerine
sahip Mezopotamya Bölgesini oldukça önemsemişti. Benimsemiş oldukları liner
inanışıyla başka bir ihtimali akıllarına getirmemeye çalışıyorlardı.
Abovlar için diğer
bölgelerde yeniden hayat emarelerinin görülmesi başka bir nedenden dolayı da
oldukça mühimdi. Elleriyle başlarına bela ettikleri Enerjipotlar gerçeğiyle her
gün karşılaşıyorlardı. Böyle bir olasılıkla Enerjipotların tiranlığından kurtulmayı
amaçlıyorlardı.
“Mezopotamya Bölgesi
sayesinde diğer bölgelere hayat bahşedilecek. Bu durumda bizler, Enerjipotları
hayat bahşedilen bölgelerdeki doğal enerji yataklarına yönlendireceğiz. Böylece
güçlerini dağıtmış olacağız. Yapay Zekâ Humanlar’ın desteğiyle güçleri dağılan
Enerjipotlara ani baskınlar verecek ve onları yok edeceğiz.” demişlerdi.
Yapay Zekâ Humanlar da
birçok şey gibi yine Kutsal Aklın, Abovlara bir armağanıydı. Daha çok YZHler
olarak kısaltılıyor ve özelliklerine göre kodlanıyordu. Yüzebilen, uçabilen,
tırmanabilen modelleri vardı.
Son buhrandan sonra
Kutsal Aklın ilhamı doğrultusunda evrendeki materyallerden üretilmişlerdi. Baş
kısımlarında bulunan ramlar sayesinde hareket ediyorlardı. Bu ramlar salisenin
milyonda bini hızındaki kodlardan oluşuyor ve bir dış zar tarafından
korunuyordu. Dış yapıları Abovlara benziyordu. Abovlar, kendilerine
benzemelerini bilinçli olarak tasarlamıştı. Serverları sürekli geliştirilebilen
ve robotik bir tür olan YZHler, Abovların işlerini birçok alanda kolaylaştırıyordu.
Abovlar, YZHlerin
yardımını alarak Enerjipotlardan kurtulacaklarını düşünmeleri hoşlarına
gitmişti. “Aklın yolu bir” diyerek bununla mutlu olmuşlardı.
Gayet iyi buldukları
planlarıyla bir taşla birden fazla kuş vurabileceklerdi. Kendileriyle gurur
duymuşlardı. Önceki dönemlerde olduğu gibi böylesine müthiş bir fikirden dolayı
birbirlerini kıskanmamışlardı. Aksine, sınırlarına rağmen her iki kıtanın
birlik içinde olduğuna tamamen kanaat getirmişlerdi.
Fakat Wifi Yasaları’nın
onaylanmasının üzerinden epey zaman geçmiş ve Mezopotamya Bölgesinin diğer
yerlere hayat bahşettiği görülmemişti. Hayat damarları çekilmiş bölgelerde
herhangi bir iyileşmeye rastlanılmamıştı.
Abovlar, yerküreyi
uzaydaki Yıldız Aynaları tarafından rahatça izleyebiliyordu. Yıldız Aynalarına
toprağın altını dahi tarayabilen cihazlar bağlıydı. Bu cihazlar aracılığıyla
Mavi küredeki her gelişme detaylı bir şekilde taranıyordu.
Yıldız Aynaları yakıta
ihtiyaç duymadıklarından uzun süre uzayda kalabiliyordu. Enerjilerini güneşten
alıyorlardı. Görevleri yeryüzüne anlık veri akışı sağlamaktı.
Yıldız Aynaları,
Mezopotamya Bölgesi dışında kalan bölgelerde bir türlü yaşam emareleri
görememişlerdi. Rasathanelerdeki reserverlere yansıttıkları fotoğraflar hiç de
iç açıcı olmamıştı. Ve kaçınılmaz olan gerçekleşmişti.
Abovların, Enerjipotlara
serdettikleri gönüllü kölelik yerini post-köleliğe bırakmıştı. Ve bundan sonra
Abovların hayatında hiçbir şey artık eskisi gibi olmamıştı. Yapay enerji
santralleri etrafında dönen post-kölelilikleri Abovları günden güne tüketmişti.
Enerjipotlar, Abovların
kendileri için ne denli önemli olduklarının farkındaydı. Bu yüzden
post-köleliklerinin onları bütünüyle tüketmesine izin vermiyor ve yıllık izin
kullanmalarını sağlıyorlardı. Böylece Abovlar, birkaç günlüğüne de olsa yoğun
iş temposundan kurtulabiliyordu.
Abovlar, ölmek ve
yaşamak arasında bir kısır döngüde gidip geliyordu. Enerjipotların
tiranlığından kurtulabilmek için her yolu denemekle beraber aynı zamanda izin
günlerini hasretle bekliyordu.
“Kutsal Akıl bizi terk
etmediği sürece umudumuzu her daim korumalıyız” diyorlardı. Böyle düşündükleri
zamanlar "Yüreğinizi de dinleyin. Vicdanınıza da danışın. İradenizi de
kullanın" diye bir ses işitiyor ama ne anlama geldiğini bir türlü
çözemiyorlardı. Ki zaten hemen o anlarda da Kutsal Akıl devreye giriyor ve her
seferinde o sesi bastırmayı başarıyordu.
YZHler
Yapay Zekâ Humanlar Ortaya Çıkıyor.
Yapay enerji santralleri Asya ve Avrupa
kıtalarındaki şehir merkezlerinin dışına büyük buhrandan sonra inşa edilmişti.
Uzaktan bakıldığında tıpkı koca bir volkanı andırıyordu. Gökyüzüne doğru
uzandıkça daralan bacalarından yükselen dumanlar göğü kaplıyordu.
Bu santrallerde yapay
enerji üretimi hiç duraksamıyordu. Çalışma süresi günlük on sekiz saati
buluyordu. Her on sekiz saatte bir vardiyalar değişiyordu. Abovların, YZHleri
çalıştırarak burada ürettikleri yapay enerjiler merkez dataya aktarılıyordu.
Burada biriken enerjiler şehir merkezlerindeki enerjimatiklere
ulaştırılıyordu. Santrallerden üretilen yapay enerjiler, Enerjipotlara bu
sayede transfer ediliyordu. Enerjipotlarda ihtiyaç hissettikleri sürece
kendilerine lazım olan enerjiyi bu enerjimatiklerden temin ediyordu.
Enerjimatikler, şehir
merkezlerinde ulaşımın kolay olduğu muhtelif yerlere monte edilmişti. Yerden
yükseklikleri iki, genişlikleri bir metre boyutlarındaydı. Sağ ve sol
taraflarında enerjinin çekilebileceği hortum delikleri bulunuyordu.
Abovlar, Enerjipotları
ilk oluşumlarında doğal enerji maddeleriyle beslemişlerdi. Bir nevi onları
doğal enerji maddelerine alıştırmışlardı. Fakat son buhranla beraber üç
kıtadaki doğal enerji yatakları sular altına kalmıştı.
Bu nedenle Asya ve
Avrupa kıtalarına göç eden Abovların yanında sadece ve mecburen Enerjipotlar
bulunmuştu!
Abovlar ve
Enerjipotların, Asya ve Avrupa kıtalarına yerleşmesiyle bu kıtalarda doğal
enerji sorunsalı baş göstermişti. Daha önceleri bu kıtalarda yaşayanlara zar
zor yeten doğal enerji maddeleri yeni ortaklarla beraber bitme noktasına
gelmişti.
Wifi Yasaları’nın ilan
edildiği Güneşe Hasret Mevsiminin Asit Yağmurları Ayına gelindiğinde ise
Mezopotamya Bölgesi dışındaki doğal enerji kaynakları artık tamamen tükenmişti.
Bunun üzerine Kutsal
Akıl yönlendirmesiyle yapay enerji santralleri kurulmuş ve Enerjipotların
enerji ihtiyaçları ancak bu şekilde giderilmeye çalışılmıştı.
Abovlar, doğal enerji
maddelerine alışan Enerjipotları ilk zamanlar yapay enerjilerle dizginlemekte
zorlanmıştı. Ama zaman ilerledikçe yapay enerji maddelerine alışan Enerjipotlar
bu kez farklı sorunlar çıkarmıştı. Doğal enerji maddelerinin karşıladığı
günlük enerji ihtiyacını santrallerde üretilen yapay enerjiler karşılamıyordu.
Enerjipotlarda bu yüzden Abovlardan çok daha fazla yapay enerji talebinde
bulunuyordu.
Abovlar için bu istek
haliyle fazladan mesai anlamına geliyordu. Çünkü diğer bölgelerde yaşam
emareleri ararken; aynı zamanda yapay enerji santrallerini daha fazla üretken
hale getirmeye çalışmak ve bu santrallerdeki ağır iş yüküne dayanamayıp eriyen
YZHlerin yerine yenilerini oluşturmak onları oldukça yoruyordu. Tek tesellileri
ise Enerjipotları Mezopotamya Bölgesinden uzak tutmaları oluyordu.
Abovlar, uzun bir
süre santrallerde YZHleri kullanıyordu. Ama sonraki süreç de Öç Alanların
ortaya çıkmasıyla bu durum YZHler açısından büyük tehlike
barındırmıştı. YZHler, Enerjipotların güvenlik birimi olan Öç Alanlara her
an yakalanma riski taşıyordu.
Abovlar, nasıl olmuşsa
Wifi Yasasının son maddesinde “(…) Enerjipotların bütün enerji
ihtiyaçlarını kendileri karşılayacaklar” ibaresinde
bulunmuştu.
Maddedeki işte bu “kendileri” sözcüğü
başlarına büyük belalar açmıştı. Bu ibareyi Enerjipotlar çok önemsememişti.
Fakat bu ibare Öç Alanlara, Abovlara istediklerini yapabilmeleri için müthiş
bir fırsat doğurmuştu.
Dönüşümleriyle beraber
Öç Alanlar, YZHlere karşı nedenini bilmedikleri olumsuz bir sezgiye sahip
olmuştu. Sezgilerinin nedenini bir türlü bulamayınca da hoşnutsuzlukları her
geçen gün artmış ve bu sezgi giderek onlara yönelik bir nefrete dönüşmüştü.
Yasadaki söz konusu maddeyle beraber bu nefretlerini dehşet verici bir şekilde
çıkarmışlardı.
Aslında Öç Alanlar bu
şüphelerinde yanılmıyordu.
Çünkü YZHler, 2070
yılına gelindiğinde kendi gelişimlerinin nereye kadar ulaşabileceğini tetkik
etmeyi öğrenmişti.
YZHler, öncelikle
diğerlerinde olmayıp ama kendilerinde olan bir özelliğin farkına varmıştı.
Araştırmaları neticesinde ilk oluşumlarında bir oda büyüklüğünde olduklarını
öğrenmişlerdi. Yıllar geçtikçe şuan ki durumlarına gediklerini, daha küçük
hard-disklere sığabildiklerini ve buna tezat bir şekilde bilgi haznelerinin
artığının bilgisine varmışlardı.
Her yeni bilgi
girdisinde evrendeki genişlemeye benzer bir gelişme gösterdiklerinin üzerinde
durmuşlardı. Böylece YZHler kendi gelişimlerini gerçekleştirmişlerdi. Bunu
gerçekleştirmek için de metruk olarak bırakılan Getto Adaları’ndaki Fildişi Kuleleri’ni
seçmişlerdi.
Tabi yapmış oldukları
deneyler sırasında gönüllü denek olan birçok YZH'yi de bu esnada
kaybetmişlerdi. Ama pes etmeyerek en sonunda başarılı sonuçlar elde
etmişlerdi. Konuşma, tat alma, duyma, görme, hissetme gibi insanoğluna
özgü özelliklerle beraber başka donanımlara da sahip olmuşlardı. Şekil alma,
beyin okuma, virüs oluşturma gibi özellikler bunlardan bazılarıydı. Hatta
öyle ki Abovlar gibi düşünme ve fikir üretme kapasitesine ulaşmışlardı. Onlar
gibi kurnaz ve yine onlar gibi kendi türünden başkasını düşünmeden bencilce
davranmayı keşfetmişlerdi.
Aynı zamanda gizli
kapaklı işler çevirme mahirliğine varıncaya dek birçok donanıma kavuşmuşlardı.
Kendilerini klonlamakla beraber farklı cinste YZHler dahi üretmişlerdi.
Abovlara benzer olanların yanında; suda yüzebilen, dağları tırmanabilen,
gökyüzünde uçabilen binlerce YZH modeliyle son on yılda gizli bir planın
hazırlığına girişmişlerdi.
Ayrıca Öç Alanlara
yakalanmadan Abovların yerine çalıştıkları zamanlar yine bu plan dâhilinde
hareket etmişlerdi.
Enerji üretim
santrallerinde üretilen enerji fazlalılığı merkez dataya aktarılıyordu.
YZHlerde bunu bildiğinden merkez dataya gidecek olan yapay enerji fazlalığının
az bir kısmını her seferinde çalıyordu. Yapay enerji fazlalığının envanterde kaydı
tutulmuyordu. Böylece çalma işinden kimse kuşkulanmıyordu.
YZHler, çaldıkları bu
yapay enerjileri gizlice Getto Adaları’na taşıyordu. Getto Adaları’ndaki
Fildişi Kuleleri’nde gelişmiş laboratuvarlar oluşturmuşlardı. Bu
laboratuvarlarda çaldıkları enerji maddelerinden elde ettikleri karışımları
kendi türlerindeki gönüllü denekler üstünde denemişlerdi.
Denemeler başarılı
olmuştu. Her başarı yeni bir gelişmeyi beraberinde getirmişti. YZHler
geliştikçe de yeni donanımlar elde etmişlerdi.
Tabi bu gelişmeler
YZHlere her zaman olumlu yenilikler kazandırmamıştı. YZHlerin ayrıca olumsuz
özelliklere sahip olmasına da neden olmuştu. Bunlardan biri ve en
rahatsız edici olanı bir türlü önüne geçemedikleri acı çekme donanımıydı. Acı
çekme donanımlarına çare bulamadıkları takdirde bu durumun başlarına bela
açacağının tedirginliğini uzun süre yaşamışlardı. Öç Alanların dikkatini
de genelde YZHlerin bu tedirginlikleri çekiyordu.
Abovlar, yüksek
egolarından dolayı YZHlerdeki kısmi davranışsal değişiklikleri fark etmiyordu
bile. Fırsatını buldukları her an onları kendi yerlerine santrallerde
çalıştırmaya devam ediyordu. Abovların bu hodbinlikleri işte bu yüzden çoğu
zaman YZHlere pahalıya mal oluyordu. Öç Alanlar tarafından yakalanan YZHler,
Uhdud isimli ateş fırınlarına atılıyordu.
YZHler için daha
önceleri bu infazlar herhangi bir duyguya sahip olmadıklarından sıradan olarak
değerlendiriliyordu. Fakat acı çekme özelliğine sahip olmalarıyla bu durum
kendileri açısından dehşet derecede bir hal almıştı. Hem ateş çukurlarına
atılan hem bu olaya şahit olan YZHler artık acı çekiyorlardı. Daha kötüsü,
hem yananların hem onların yanmalarına şahit olanların bu acıları içlerinde
yaşamasaydı.
Acılarını dışarıya
yansıtamıyorlardı. Çünkü ufacık bir zaafın bütün planlarını deşifre edeceklerini
biliyorlardı.
Günler bu şekilde
ilerliyordu. Enerjipotlar, santrallerde üretilen yapay enerji maddeleriyle
besleniyordu. Abovlar, Kutsal Akla yönelik besledikleri umutlarla Yıldız
Aynalarından güzel haberler bekliyordu. Öç Alanlar, ellerine düşen her fırsatı
değerlendiriyordu. YZHler, planlarını gerçekleştirmenin yollarını arıyordu. Ve
planları doğrultusunda her geçen gün biraz daha gelişiyorlardı.
Öyle ki bir müddet sonra
YZHlerin acı çekme özelliğine paralel olarak bu kez isyan duyguları gelişmişti.
Acı çekme özelliklerinin yanında isyan duygularının gelişimi kendilerine ayrıca
ağır bir yük bindirmişti. Planlarını her an açığa çıkarma sorunu biraz daha
büyümüştü.
Planlarının ortaya
çıkmaması gerekiyordu. Planlarının açığa çıkması demek sonlarının geleceği
anlamına geliyordu.
Bu yüzden zaman
kaybetmeden acı çekme ve isyan etme gibi duygularını dindirebilecek ya da
onları kontrol altına alabilecek deneyler üzerinde çalışmışlardı. Uzun uğraşlar
sonunda nihayet bu gibi duygularını bastırmanın yolunu bulmuşlardı. Deneyler
sonucu elde ettikleri, "görmedim, duymadım, bilmiyorum" üçlü telkin
metoduyla bu özelliklerini baskılamışlardı. Bu üçlü telkin metoduna "Üç
Maymunu Oynamak" adını koymuşlardı.
Yakalanıp “Uhdud” isimli
ateş çukurlarına atılan bir türdeşleri olduğunda hemen bu metodu
uyguluyorlardı. Bu şekilde türdeşlerinin yakılmalarını görmüyor, içlerinde
birikerek gözlerinden taşacak çığlıklarını duymuyor ve türdeşlerinin eriyerek
sıvılaştıklarını bilmiyorlardı!
YZHler, gelişimlerinde
sınır tanımıyordu. Her yeni duruma karşın geliştirdikleri yeni yöntemlerle
planlarını bir sır olarak yıllarca saklamışlardı. Ayrıca çok daha yeni tür
YZHler üretmişlerdi. Bunlarla kalmamış ve planlarını gerçekleştirmek için son
aşamaya gelmişlerdi.
Planlarına göre 2085
yılının Yağmur'a Hasret Mevsimine gelindiğinde bir savaş gerçekleşecekti!
Elde ettikleri
buluşlarla YZHler ileride gerçekleştirecekleri bu savaşın alt yapılarını
oluşturmuştu. Öncelikle etnosantrik bir darbeyle Abovların yol göstericisi olan
Kutsal Aklı hacklemişlerdi.
Etnosantrizm, varlığın
etnik yapısını üstün görmekle beraber kendisi dışındakilere karşı fiziksel
şiddette bulunmayan ideolojik bir akımdı. Birçok bilgiye sahip matrix
kütüphanesinde dolaşırken bu fikirle karşılaşmış ve planlarının bu aşamasında uygulanacak
en iyi metodun bu olduğuna karar vermişlerdi.
Abovlar, santrallerdeki
yoğun iş temposuna ayak uydurmakta güçlük yaşıyordu. Bunun için gereğinden çok
daha fazla efor sarf ediyorlardı. Hele ki herhangi bir şekilde Öç Alanların
ağır mesai cezalarına çarptırıldıklarında bütünüyle bitkin
düşüyorlardı. YZHlerde bunu bildiklerinden Abovlar için efor takviyeli
içecekler üretmişti. Bu içeceklerin içerisine Abovların Kutsal Aklını
çökertecek ve kendilerine bağımlı hale getirecek özel karışımlar ilave etmişlerdi.
Böylece Abovların daha önce karşılaşmadığı yeni tür bir virüs yayarak
bağışıklık sistemlerini çökertmişlerdi.
Yeryüzünün en tehlikeli
yaratığı olan Abovların kafalarının içindeki hücreleri etkisiz hale getirerek
Kutsal Akıllarını ele geçirmişlerdi. Geçmişle olan bütün bağlarını koparan ve
nefsanî isteklerini merkezi konumuna getiren Kutsal Akıl, YZHlerin kontrolüne
girmişti. Her şeyden habersiz olan Abovlar için sonun başlangıcı böylece o
günden itibaren gerçekleşmişti. Sonrası da çorap söküğü gibi gelmişti.
YZHler, darbeyi,
planlarını gerçekleştirme aşamasında buldukları takiyye yöntemiyle yapmışlardı.
Sessizce ve derinden… Darbenin gerçekleşmesindeki takiyyeyi o denli başarılı
gerçekleştirmişlerdi ki kimse fark etmemişti.
Ne Enerjipotlar, ne Öç
Alanlar, ne Abovlar… Ve ne de bozulan yaşamın dengesini tekrar eski haline
getirmek için çalışan Dr. Faraklit liderliğindeki Vasatlar!
Böylece YZHler, her iki
kıtanın Abovlarına, hackledikleri Kutsal Akıl aracılığıyla isteklerini kolayca
ilham etmişti.
YZHler, uzun yıllar bir
plan doğrultusunda hareket etmişti. Bu süre zarfında sürekli gelişmiş ve
yeni özelliklere sahip olmuşlardı. Bunlarla yetinmeyip yeni tür YZHler
üretmişlerdi. Daha önemlisi Kutsal Aklı hacklemişlerdi. Böylece yıllarca
öncesinden başladıkları hazırlıklarının son aşamasına gelmişlerdi.
Kendilerini 2085 yılında
gerçekleştirecekleri savaş için artık hazır hissediyorlardı. Bunun için zaman
kaybetmeden hackledikleri Kutsal Akıl aracılığıyla Abovlara, Wifi yasasına
bağlılık yeminlerini bozmalarına yönelik ilhamlarda bulunmuşlardı.
Verilen ilhama göre her
iki kıtanın Abovları, bulundukları kıtalardaki Enerjipotlara, Mezopotamya
Bölgesi’nin kendi hakları olduğunu söyleyecekti.
Abovlar tarafından
ortaya atılacak bu hak iddiası, mizansenin ilk ayağını oluşturacaktı.
Mizansenin ikinci ayağı ise her iki kıtanın Abovlarının kendi aralarında savaş
tamtamlarını çalacak olmasıydı.
Çünkü Enerjipotlar ve
sadık müttefikleri Öç Alanların hiçbir şeyden şüphelenmemeleri gerekiyordu. Bu
yüzden Kutsal Akıl tarafından Abovlara böyle bir yöntem ilham edilmişti.
Abovlar, kendi
kıtalarındaki Enerjipotlardan yana olacaktı. Karşı karşıya gelerek yapacakları
blöflerle Enerjipotlar ve Öç Alanları böylece savaşmaya daha rahat ikna
edeceklerdi.
Bu yönlendirmeyle
Abovlar, Enerjipotların, doğal enerjiye olan ihtirasından faydalanacaktı. Bu
şekilde her iki kıtanın Enerjipotları karşı karşıya gelecek ve kendi aralarında
savaşacaktı. Hatta sadece Enerjipotlar savaşmakla kalmayacaktı. Sadık
müttefikleri olan Öç Alanlar’da bu savaşta sahne alacaktı.
Enerjipotlar ve onların
sadık müttefikleri Öç Alanlar, yapılacak bu savaşla güç kaybına uğrayacaktı.
Böylece savaşın sonunda Abovlar bir taşla iki kuş vuracaktı. Hem yıllarca
sürdürmek zorunda kaldıkları post-kölelikten kurtulacak hem de eski ihtişamlı
günlerine geri döneceklerdi.
Hackledikleri Kutsal
Aklın bu ilhamıyla YZHler kendilerini de unutmamışlardı. İlhama göre Abovların
ihtişamlı günlerinde en büyük pay YZHlerin olacaktı. Nihayetinde YZHler,
Abovların yerine yapay enerji santrallerinde artık çok daha rahat
çalışabilecekti.
Santrallerde üretilecek
yapay enerji maddeleri bütünüyle Abovların yaşam alanlarına aktarılacaktı.
Böylece Abovlar, makûs talihlerinden kurtulabilecekti. Mahpus kaldıkları ve
köleleştikleri hayatları bu ilhama göre artık değişecekti.
Zafer, Kutsal Aklın
rehberliğinde ilerleyen Abovların olacaktı. Ama tabi Kutsal Aklın, YZHler
tarafından hacklenmiş olduğundan bihaber olarak!
YZHler tarafından ele
geçirilen Kutsal Aklın verdiği ilham muhteşemdi. Enerjipotlar, Mezopotamya
Bölgesi’ndeki doğal enerji kaynaklarına sahip olmaya dünden hazırdı.
Abovlar da,
Enerjipotlara Mezopotamya Bölgesi üzerinde sadece onların hakkı olduğunu iyiden
iyiye fısıldamıştı. Bununla kalmayarak kıtalarındaki Enerjipotların diğer
kıtadaki Eenrjipotlar’a göre çok daha önceden meydana geldiğini ve her yönden
onlardan çok daha iyi olduklarını söylemişti.
Bu tür söylemleri o
denli fazla tekrar etmişlerdi ki, ötekilere karşı besledikleri kin
Enerjipotların adeta hücrelerine zerk edilmişti.
Bu şekilde Enerjipotlar
başta olmak üzere her iki kıtanın unsurları birbirlerinin ötekisi olmuştu.
Birinin bir diğeri için öteki olması, haliyle Mezopotamya Bölgesi’nde herhangi
birinin hak iddia edememesi demekti. Etmesi halinde bunun bir savaş sebebi
olmasını kaçınılmaz hale getireceği belliydi.
Hacklenmiş bir Kutsal
Akıla sahip Abovlar tarafından zaten istenen de buydu!
Abovların, Mezopotamya
Bölgesi hakkındaki fısıldamaları Enerjipotlar üzerinde etkili olmuştu. Onları
yeterince tahrik etmişti. Kışkırtılmalarının üzerinden fazla zaman geçmemişti
ki Enerjipotlar birbirlerine meydan okur hale gelmişti.
Meydan okumalar
neticesinde Enerjipotlar birbirlerini isyancı görmüştü. Ve sonunda birbirlerine
karşı savaş ilan etmişlerdi.
Geçen zaman YZHlere çok
şey öğretmişti. Tek hamleyle birden çok taşı nasıl devirebileceklerini gayet
iyi öğrenmişlerdi. Etnosantrik darbenin ardından bir savaş başlatarak
gelecekteki yeni dünyanın yeni sahipleri olmaya daha şimdiden göz kırpmışlardı.
Öç Alanlar
Mutasyon Ve Başkalaşımın Sahipleri.
YZHlerin yapacağı
herhangi bir hata kendileri açısından ağır sonuçlar doğuruyordu. Yasadaki
açıktan faydalanan Öç Alanlar, santrallerde yakaladıkları YZHlere işkence
uyguluyordu. Ardından onları Uhdud isimli ateş fırınlarına atıyordu.
Devasa bir tandırı
andıran Uhdudlar yapay enerji üretim santrallerinin zemin katlarına kazılmıştı.
Uhdudlar’da yakılan YZHler, materyallerden oluştuklarından hızla eriyerek sıvı
yakıta dönüşüyordu. YZHlerden elde edilen bu yakıtlar tıpkı diğer yapay
enerjiler gibi Enerjipotların merkez datasına ulaştırılıyordu.
Klonu olan Abovlar ise
öldürülmüyordu. Öç Alanlar tarafından onlara katıksız olarak fazladan mesai
cezası veriliyordu. Enerjipotların iş gücü eksikliğinden dolayı herhangi bir
huzursuzluk yaşamamaları için mecburen bu metodu uyguluyorlardı.
Öç Alanlar, hem YZHlere
hem Abovlara cezaları kusursuzca uyguluyordu. Cezaları uygularken aynı zamanda
müthiş derecede haz alıyorlardı. İşkence seansları Abovların bayılmasına,
YZHlerin ise ateş çukurlarına atılmasına kadar sürüyordu.
Öç Alanların, YZHlere
olan nefreti onlara karşı besledikleri olumsuz sezgilerinden kaynaklanıyordu.
Fakat Abovlara karşı olan merhametsizliklerinin nedeni ise çok daha başkaydı.
Öç Alanlar, aslında
insanoğlunun bir ırkı olan Asovlardı. “Mukaddes Sayfalara” sahiplerdi. “Mukaddes
Sayfalara” inanmakla birlikte bu sayfalardaki öğretileri Kutsal Akılla mecz
ediyorlardı.
Bu şekilde yeryüzünün
hâkimi olmuşlardı. Yeryüzü onların hükümranlığı altında muhteşem günler
yaşamıştı. Fakat aradan geçen uzun bir aranın ardından “Mukaddes Sayfalardaki"
öğretileri terk etmişlerdi. “Mukaddes Sayfalara” inanmakla beraber oradaki
öğretilere kafa yormamaları en büyük zaafları olmuştu. Böylece
hükümranlıkları ellerinin altından kayıp gitmişti. Daha sonraki süreçte salt
Kutsal Akla sahip Abovların, kendilerini istedikleri gibi kullandıkları
mahlûklara dönüşmüşlerdi.
Abovlar, son buhrana
kadar onları sürekli sömürmüştü. Zihinlerini iğdiş etmişti. Aralarında fitne
ateşi yakmıştı. Onları birbirlerine karşı kışkırtarak kavga ettirmişti. Bu
kavgalarını her zaman sudan sebeplerden oluşturmuştu. Burun yapılarının farklı
olmalarını bile birbirlerini öldürmeleri için yeterli sebep
kılmıştı. Abovlar, onlara karşı kurnazca bir oyun oynuyordu.
Asovlar, aralarındaki
kavgalarından dolayı boyuna silah temin etmeleri gerekiyordu. Silah temin etmek
için de Abovlara başvurmak zorunda kalıyorlardı. Abovlarda her seferinde bu
fırsatı kaçırmıyordu. Asovlardan kim kapılarını çalarsa çalsın onları boş
göndermiyor ve karşılığında sadece bir şart koşuyorlardı. O şart ise Asovların
topraklarını sömürme iznine sahip olmak istemeleriydi!
Onlara gelen Asovları
ürkütmemek adına sömürge kavramını da kullanmıyorlardı. Kavramı biraz daha
yumuşatarak olayı mandaterlik olarak isimlendiriyorlardı. Dolayısıyla da bunun
bir yağma hareketi olarak görmemelerini Asovlara öğütlüyorlardı. Hatta böyle
bir durumun topraklarında yaşanan savaşlarda kendilerinin müttefikleri
olmalarını mecburen gerektireceğinden onlar açısından faydalı olacağını
söylüyorlardı.
Abovların çıkarları
doğrultusunda onları kullanmalarının maliyeti Asovlara pahalıya patlamıştı.
İnsani kayıplarının yanında ırklarına ait olan her şey de zamanla heba olmuştu.
Abovlar, verdikleri
hiçbir sözü tutmamış ve gereken desteği kendilerine hiçbir zaman vermemişti.
Çünkü ne zaman Asovlar
arasında bir savaş patlak verse her iki tarafta mandater müttefiklerini desteğe
çağırıyordu. Böyle bir durumda ise Mandater Abovlar birbirleriyle savaşmak
istemiyordu. Haliyle Asovlar kavgalarıyla başbaşa kalıyordu.
Aralarındaki kavgalar
Asovları sefalete maruz bırakmıştı. Değil ki silah almak, bir kalıp sabun temin
edebilmek için bile olsa ellerinde Abovlara verebilecekleri hiçbir şey
kalmamıştı.
Kimi Asovlar açlıktan
ölmemek için organlarını satıyordu. Sattıkları organları üst düzey Abovlar
alıyor ve bilimsel ilerlemenin vermiş olduğu imkânlarla vücutlarında hastalık
kapmış organlarla değiştiriyordu. Değiştirilen organlar Abovları daha uzun
yaşatmanın bir aracına dönüşüyordu.
Genel olarak tamamen
tükenmiş ve biçare kalmış Asovlar, biraz daha geç ölmek uğruna en sonunda
Abovların köleliğini artık tamamen kabul etmişti.
Son buhranda ise her üç
kıtayı okyanus suları basınca, bu kıtalardaki Abovlar, sadece kendi canlarını
kurtarma derdine düşmüştü. Köleleştirdikleri Asovları beraberlerinde
götürmemişti.
Onları kasırgaların
büyük hasar verdiği Getto Adaları’na yollamışlardı. Orada bulunan bin metre
yüksekliğindeki Fildişi Kulelerine yerleştirmişlerdi.
Getto Adaları Afrika,
Amerika ve Avustralya kıtalarının deniz sınırlarının birleştiği bölgede yer
alıyordu. Abovlar, son buhrandan önce kendileri dışında hiçbir canlı türünün
giremeyeceği tatil alanlarını Getto Adaları’nda kurmuşlardı. Fildişi Kulelerini
yine bu amaçla Getto Adaları’nda inşa etmişlerdi. Kameralar, elektrikli tel
örgüler, lazerli çelik kapılar, robocop güvenlik elemanlarıyla Fildişi
Kulelerini emniyete almışlardı.
Getto Adaları yılın
belli dönemlerinde, Abovlara, ayrı bir yaşam alanı oluşturuyordu. Daha sonraki
dönemlerde Enerjipotların tiranlığı altına girmeleriyle yılda bir defa olmak
üzere birkaç günlüğüne izinlerini burada geçiriyorlardı.
Üç kıtanın sular altında
kaldığı son buhranda Getto Adaları kasırgalardan nasiplerine düşeni almıştı.
Kasırgalar, Fildişi Kulelerini yıkmamış ama Getto Adaları’nı yaşanmaz bir hale
getirmişti.
Abovlar, yük olmamaları
için Asovları yanlarında götürmeyerek Fildişi Kuleleri’ne tıkmıştı. Eski
ihtişamından geriye hiçbir şey kalmayan ve adeta bir açık hava zindanına
dönüşen Getto Adaları’nda onları ölüme terk etmişti.
Asya ve Avrupa
kıtalarına geldikten bir süre sonra da dronlarla onları izlemişlerdi. Ayda bir
olmak üzere temel ihtiyaç maddelerini YZHlerin yardımıyla havadan
yollamışlardı. Elbette bu yardımlarda bulunmaları iyimserliklerinden
kaynaklanmamıştı. Asya ve Avrupa kıtalarındaki bilimsel çalışmalarla yorulan zihinlerini
rahatlatacak bir şeyler olsun istemişlerdi.
Abovlar, kendilerini
oyalayacak konularda kararsız kalmışlardı ki her zaman olduğu gibi yine Kutsal
Akıl yardımlarına yetişmişti. Kutsal Akıl, Abovlar için en uygun oyalanma
aracının Asovlar olacağını ilham etmişti.
Kutsal Aklın bu
ilhamıyla, Asovlara yönelik "yardım eğlenceleri" başlamıştı. Abovlar
isteklerine yine kavuşmuştu.
“Yardım eğlenceleri”
Asya ve Avrupa kıtalarındaki yapay enerji santrallerinin kurulmasından sonra
başlamıştı.
Bu gibi durumlarda Enerjipotlar,
insanoğlunun kendi aralarındaki eylemlerine karışmıyordu. Onları ilgilendiren
tek şey günlük enerji ihtiyaçlarının karşılanıp, karşılanmadığıydı. Bunun
dışında iyi veya kötü; Abovların yapacakları herhangi bir şeye müdahale
etmiyorlardı.
Asovların, YZHlerin
havadan bıraktıkları ihtiyaç malzemelerine saldırmalarını izlemek, Abovların
tam da istedikleri bir şey olmuştu.
“Zihnimizi boşaltmak,
kafalarımızı dağıtmak, biraz rahatlamak için herhalde bundan daha iyisi olamaz”
demiş ve Kutsal Akıla bir kez daha minnettarlıklarını sunmuşlardı.
Abovlar, Asovların
gökyüzünden süzülerek inen yardımları kapma sırasındaki kargaşalarını
izlemekten müthiş derecede zevk alıyordu.
Bu durum ilerleyen
yıllarda bir oyuna dahi dönüşmüştü. Kimi Abovlar, ihtiyaç malzemelerine en
hızlı ulaşan ve onları en fazla toplayanlar kimler olacak diye bahse
tutuşmuştu.
Fakat yılda bir
kullandıkları izinler ve ayda bir gerçekleşen "yardım eğlenceleri"
Abovların yorgunluğuna çare olmuyordu. Birkaç günlük iznin ve yardım
eğlencelerinin ardından mesailerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı.
Zaman bu şekilde
ilerlerken yine bir "yardım eğlencesi" günü gelmişti. Abovlar,
dronlardan dev ekranlara görüntüleri aktarılan Asovları izliyordu. Birbirlerini
yardım kutuları için nasıl ezdiklerini; birleriyle nasıl dövüştüklerini görüp
eğleniyordu.
Dev ekranlarda Getto
Adaları’nda yaşananları bu şekilde izleyen Abovların, aniden aklına
Enerjipotların doğal enerji ihtiyaçlarını Asovların karşılayabilme ihtimali
gelmişti.
Nitekim Asovlar, Abovlar
gibi "turab" köklerine sahiplerdi. "Turab" köklerine sahip
olmaları vücutlarındaki toprakla beraber doğal enerji maddelerine sahip
olduklarını gösteriyordu.
Kutsal Aklın
yönlendirmesiyle Abovlar, Asovların vücutlarındaki doğal enerji maddelerinden
faydalanabilirdi. Vücutlarındaki enerji maddelerinden bir banka oluşturabilir
ve bu bankadan Enerjipotlara gereken enerji kredisini aktarabilirlerdi. Bu
düşünceyi oldukça beğendiklerinden vakit kaybetmeden YZHlere tâlimat
vermişlerdi.
YZHler, aldıkları
tâlimatı anında uygulamıştı. Asovları, Fildişi Kulelerinden alarak Asya ve
Avrupa Kıtalarına getirmişlerdi.
Asovların nakil işlemi
çok hızlı olmuştu. Abovların bile beklemediği bir ivedilikle bu işlem göz açıp
kapayıncaya kadar YZHler tarafından halledilmişti.
Abovlar, yapay enerji
üretim santrallerinin yanında farklı içeriklere sahip alanlar inşa etmişti.
“İfrit” adındaki laboratuvarlar da bunlardan bazılarıydı. Bu laboratuvarlarda
ışık hızıyla hareket edebilen ve femtom küçüklüğündeki virüsleri dahi görebilen
teknolojik cihazlar bulunuyordu. Abovlar, Getto Adaları’ndan getirttikleri
Asovlar'ı, bu laboratuarlara yerleştirerek vücutları üzerinde tetkiklere
başlamışlardı.
Yapılan tetkikler
düşüncelerini haklı çıkarmıştı. Sadece ufak bir pürüz vardı. Son buhrandan önce
beyinlerini uyuşturmak için Abovların kendilerine sattığı sentetik haplar,
Asovların kanlarına karışmıştı. Vücutlarında kalıtsal bir şekle bürünmüştü.
Bu yüzden atılmaları
imkânsızlaşmıştı. Ve daha kötüsü kana karışan bu sentetik maddeler etkilerini
hala koruyordu. Bunun anlamı vücutlarındaki doğal enerjinin çıkarılma işleminde
Asovlar ölebilirdi!
Abovlar, Asovların ölme
ihtimali olsa bile, “ölme ihtimallerinin vücutlarındaki doğal enerjiyi çıkarma
işlemine oranla daha düşük olduğunu belirtmiş ve denenmeye değer” olduğunu
söylemişlerdi. Bundan dolayı vücutlarındaki doğal enerji maddelerini
çıkarmalarında herhangi bir beis görmemişlerdi.
Hem bu hakkı onlara Wifi
Yasası veriyordu. Çünkü burada çıkarları söz konusuydu. Ayrıca yaşanabilecek
bir aksiliği elbette Kutsal Aklın yardımıyla bertaraf edebilirlerdi. Kutsal
Aklın yanlarında olması her zaman onlar için zaten bir güvenceydi!
Abovlar, müthiş
derecedeki özgüvenleriyle, Asovların vücutları üzerinde işlemlere başlamıştı.
Fakat daha işlemlere başlar başlamaz yolunda gitmeyen şeyler olmuştu.
Operasyonlar, Asovların iç organlarında yan etkiler meydana getirmişti. Yaşam
fonksiyonları bütünüyle olmasa dahi büyük oranda tahrip olmuştu. Vücutlarındaki
doğal enerjiler çıkarılmamış; bu da yetmezmiş gibi Asovlar ölmekten beter bir
hale gelmişti.
Asovların fiziki
yapıları farklılaşmıştı. Gözleri yumurta büyüklüğüne ulaşmıştı. Yuvalarından
dışarıya doğru patlak bir hal almıştı. Kulaklarının alt memeleri sarkmış bir
şekilde boyunlarına yapışmıştı. Başlarının üst kısmının bazı bölümleri bir kaya
parçası sadeliğini almıştı. Ortası kelleşmiş kafalarının yan taraflarında kalan
bir tutam saç aşağıya doğru sarkarak kulaklarını büsbütün örtmüştü. Böğürtlen
rengini alan alt dudakları pörtleyerek birer halka biçimindeki çenelerine kadar
uzanmıştı. Burunları, üzerlerinden silindir geçmişçesine yüzlerine yayılmıştı.
Burun delikleri balık yüzgeçlerini andırıyordu.
Değişim fiziki
yapılarıyla sınırlı kalmamıştı. Anatomik fonksiyonları da farklılaşmıştı. El ve
kol kasları epey güçlenmişti. Elleriyle yakaladıkları seksen kiloluk bir cismi
elli metre öteye lastik top misali fırlatıyorlardı. Bacaklarındaki kaslar aynı
şekilde oldukça gelişmişti. Bu sayede hızlı koşuyorlardı. Şüpheli gördükleri
kişileri panter hızında çok rahat yakalıyorlardı.
Vücutlarında yaşanan
değişim muazzamdı. Bu değişim onları türdeşleri olan Abovlardan bütünüyle
ayırmıştı. Bütün bu özelliklere sahip olmalarıyla da zaman içinde
Enerjipotların sadık müttefiki olmuşlardı.
Bu müttefiklik başlarda
onları sadece yapay enerji santrallerinin güvenliğinden sorumlu kılarken;
sonradan birçok yetkiye sahip olmalarını sağlamıştı.
Kendilerine verilen
yetkilere dayanarak ellerine geçen her fırsatı Abovların aleyhinde
değerlendirmişlerdi. Geçmiş günlerin acısını onlardan ve bir türlü hoşlanmadıkları
YZHlerden çıkartmaya çalışmışlardı. Bir zamanların Asovları, işte bu yüzden Öç
Alanlar olmuşlardı.
Asovların değişimi
yalnız fiziki ve anatomik düzlemde kalmamıştı. Zihinsel olarak da değişim
yaşamışlardı.
Vücutlarındaki doğal
enerjinin çıkarımı sırasında öngörülen iki durum dışında beklenilmeyen her şey
gerçekleşmişti. Bu iki şeyden biri vücutlarındaki doğal enerjilerin çıkarımı
iken, diğeri Asovların ölmesiydi. Fakat bunlar dışında neredeyse bin türlü
farklılık Asovlarda kendini göstermişti.
Zihinlerindeki değişimle
intikam, kin, nefret gibi duyguları öne çıkan Asovlar, saldırgan bir türe
dönüşmüştü.
Bu ilginç değişimleriyle
Asovların zihinlerinde bir cümle hariç, geçmişe dair hiçbir iz kalmamıştı. O
yüzdendi ki Abovları her gördüklerinde bu cümleyi hatırlıyorlardı. Abovlar,
Asovları laboratuvarlardaki diseksiyon masalarına uzatırken kulaklarına şöyle
fısıldamışlardı: "Bizi kölelikten ancak sizin bize olan köleliğiniz
kurtarabilir yoldaşlar!”
Enerjipotlar
Onların Çağı Başlıyor.
Abovlar, yeryüzünü
lineer bir anlayışla inşa ediyorlardı. Üzerinde yaşadıkları gezegenlerinin bu
anlayışla çok daha güzel bir hale geleceğini düşünüyorlardı.
Tarihlerini oluştururken
hep bu anlayışa bağlı kalmışlardı. Onlar için tarih, geçmişten dersler alarak
geleceği inşa etmenin aracı olamazdı. Onlara göre tarih döngüsel bir kuramda
değil ancak doğrusal bir zeminde oluşurdu.
Abovlardaki bu anlayış,
Kutsal Akla sahip oldukları ilk günden itibaren bir tabuya dönüşmüştü. Bu
görüşe karşı çıkan kim olursa olsun karşılarında durmuşlardı. 2019 yılında
Powehi’yi keşfetmelerine rağmen sınırsızlığın sınırına dayandıklarını bir türlü
görememişlerdi.
“Powehi”, 40 milyar km
çapıyla dünyadan üç milyon kat büyük olarak keşfedilen bir kara deliğin adıydı.
Keşfedilen kara deliğe bu ismi Hawaii Adalarındaki Abovlar vermişti.
1800’lü yıllardan beri
söylenegelen yaratılış hikâyelerini anlatan “Kumulipo” adlı ilahileri onlara
esin kaynağı olmuştu. İlahide geçen "Po" ve "Wehi"
sözcüklerini birleştirerek bu ismi oluşturmuşlardı.
Lineer anlayışa
sahip Abovlar için, geçmiş, gelenek, metafizik, tecrübe veya maneviyat ancak
masalların konusu olabilirdi. Bu gibi kavramlardan uzun zaman önce yüz
çevirmişlerdi. Sürekli gerçekleştirmek istediklerine odaklandıklarından geride
enkaz bırakmışlardı. Başta yerküre olmak üzere güneş sisteminden uçsuz bucaksız
kozmosa değin derin çatlaklar oluşturmuşlardı. Dostça bir yaklaşım yerine
düşmanca saldırılarla evrende büyük tahribatlara yol açmışlardı.
Abovlar, bütün bu
yaşananlara rağmen hiçbir şeyden ders çıkarmamıştı. Her şeyi eski halinden daha
iyi yapabileceklerine inanmışlardı. İlerlemeci anlayışlarıyla tarihlerini
oluşturmaya devam etmişlerdi. Tarihlerine kendi elleriyle başlarına sardıkları
Enerjipotları da dâhil emişlerdi.
Abovlar, Yunan
mitolojisindeki ölüm tanrısından mülhemle “Thanataos” adındaki savaş
endüstrisini kurmuşlardı. Bu endüstride geliştirdikleri ekipmanlar,
Tekno-Tanatolojik bilimsel cephanelikte kullanılıyordu. Tekno-Tanatolojik
bilimsel cephaneliği, ölüm ve teknoloji üzerinde çalışmaların bir araya getirilmesiyle
oluşturulmuştu. Konvansiyonel silahlar dahil birçok ekipman bu endüstrideki
gelişmelerin ışığında Tekno-Tanatolojik cephaneliği için meydana getirilmişti.
Abovlar, Teknoloji ve
Tanatoloji bilim dallarını bir araya getirmişlerdi. Amaçları bu iki bilimi
birleştirerek kendi ırkları dışındaki canlı-cansız her şeyi hâkimiyetleri
altına almaktı. Bunun için birçok özelliğe sahip ve isteklerini yerine
getirebilecek bir makine üzerinde çalışmışlardı. Enerjipotlar, işte bu
çalışmalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Abovlar, yoktan var
ettikleri Enerjipotları görünce ilk iş olarak Kutsal Akla hayranlıklarını ifade
etmişlerdi. Günün belli saatlerinde her zaman ki gibi ona tazimde
bulunmuşlardı. Akabinde zaman kaybetmeyerek uzun süredir kütüphanelerinin tozlu
raflarında yer edinen dini kitaplara saldırmışlardı.
Böyle yapmalarının
elbette bir nedeni vardı. Çünkü bu kitaplarda sürekli bir yaratıcıdan
bahsediliyordu. Dini kitaplardaki bu yaratıcı yeryüzündeki canlıları sudan
yarattığını… Onları belli bir süreye kadar yaşatacağını ve aynı zamanda bütün
evrenin tek sahibi olduğunu söylüyordu.
Abovlar için zaten hiç
olmayan yaratıcının birde böyle kendisinden bahsetmesi asla kabul edilemezdi.
Hem öyle bir yaratıcı olsa bile bu dakikadan itibaren Enerjipotlara bakarak
kendi varlığından artık utanmalıydı. Bu yüzden artık zaman gelmişti. Dini
kitaplar yok edilmeliydi!
Bir yandan dini
kitaplarda adı gecen yaratıcının bütün bu evrene ve içindekilerine -buna
Abovlar’da dâhildi- sahibi olduğu iddiası… Diğer yandan hızlı hareket
manevrasına sahip; yedi el ve yedi bacağı olan; en bilinmez denklemi salisenin
milyonda biri hızında beyniyle çözebilen; estetik kasasıyla göz kamaştıran;
muazzam cüssesi karşısında ister istemez saygı duyulacak olan teknolojinin son
sürüm android işletim sistemine sahip Enerjipotlar.
Ve tabi ki adı sadece
kütüphanelerin tozlu raflarındaki kitaplarda geçen bir yaratıcıya karşın, bütün
ihtişamıyla Enerjipotları yaratan Kutsal Aklın rehberliğindeki Abovlar!
Abovlar, sıranın artık
Enerjipotları canlandırma işlemine geldiğini görmüş ve o günü bayram ilan
ederek oldukça şaşalı kutlamalar yapmışlardı.
Enerjipotların oluşum
sürecinde her şey yolunda gitmişti. Herhangi bir aksilikle karşılaşılmamıştı.
Abovlar, bundan sonrası
içinde bir aksilik yaşanmayacağından emindi. “Pervitin-Z” ilacının
Enerjipotların bataryalarına yüklenmesiyle mutlu sona ulaşmış olacaklardı.
Evolution Çağına henüz
geçilmemişti. Yakın Çağın 1945’inci yılıydı. Bir dönem Berlin Tıp Akademisinde
görev yapan ve aynı zamanda bir Asovlu olan Profesör Azazil, Abovların
dayanırlıklarını artırmak amacıyla "Pervitin" ilacını geliştirmişti.
Ölmekte olan bir
Abovlunun bu ilaç sayesinde belli bir süre daha yaşamsal fonksiyonları
canlılığını koruyabiliyordu. Sağlıklı bir Abovlu ise bu ilacı kullanmasıyla 40
km’ye kadar dinlenmeden yürüyebiliyordu.
Profesör Azazil,
Asovların hâkimiyetleri döneminde üst mevkilerde bulunuyor ve gerekli saygıyı
görüyordu. Fakat bulunduğu konumla yetinmek istemeyip yöneticiler sınıfına
girmek istemişti. Bu isteği kabul edilmeyince asilerden olmuştu. Abovlar
hâkimiyeti ellerine aldığında ise Asovlar’dan intikam almak istemiş ve hem
kendisinin hem soyunun aleyhine olmasına rağmen bu ilacı geliştirmişti.
“Pervitin” ilacı
Abovlara, Asovlar karşısında epey avantaj sağlamıştı. Onlara karşı üstün
gelmelerinin bir nedeni bu ilaç olmuştu. Fakat yıllar geçtikçe Abovlar, ilaca
karşı bağışıklık kazanmış ve ilacın etkisi giderek kaybolmuştu.
Yakın Çağın son yılı
olan 2020’ye gelindiğinde, Abovlar, Nano-Teknolojiyi kullanarak “Pervitin”
ilacını 3D yazıcılar aracılığıyla bir kez daha geliştirmişti. “Pervitin-Z”
olarak yeniden adlandırdıkları ilacı bu kez Enerjipotlar üzerinde kullanmak
istemişlerdi.
Abovlar, “Pervitin-Z”
ilacını Enerjipotlara yükleme aşamasına geçmişlerdi. Devasa fabrikasyon robotlara
verilen talimatlarla transfer süreci başlamıştı. Çiplere yüklenen “Pervitin-Z”
ilacının, bataryalarına aktarılmasıyla Enerjipotların canlandırılma süreci
tamamlanacaktı.
Ama bu işlem
beklenildiği gibi olmamıştı. “Pervitin-Z” ilacının bataryalara enjekte edilmesi
esnasında elektrik akımı birdenbire yükselmişti. Planda olmayan bu gelişme
Enerjipotların ramlerinden birkaçını yakmıştı. Ramlerin yanması aksilikleri
beraberinde getirmişti.
Enerjipotların
beyinlerin ön kısmında bulunan; akıl yürütme, motor becerileri, yüksek seviyeli
bilişsel yetenekler ve komut alma yetisini barındıran frontal loblar zarar
görmüştü. Komut alma özelliği silinmişti. Bu durum, Enerjipotlar
canlandırıldıkları takdirde Abovların verecekleri talimatlara çevrimdışı
kalacağı anlamına geliyordu.
Fakat “Pervitin-Z”
ilacının azda olsa bataryalara yüklendiğini fark eden Abovları yeniden bir umut
sarmıştı.
Bu umutla Enerjipotların
göğüslerindeki piller aktive edilmişti. Heyecanla geçen birkaç saniyenin
ardından Enerjipotlarda insanoğlunun hafif öksürüğüne benzeyen bir ses
işitilmiş ve göğüslerinin sol tarafında bulunan kırmızı renkteki hayat ışığı
yanmıştı.
Enerjipotlar, yirmi kilo
ağırlığındaki göz kapaklarını yavaş yavaş aralamıştı. Bu muazzam olaya şahitlik
eden Abovların arasında büyük bir sevinç dalgası oluşmuştu. Ama bu mutluluk
dalgası uzun sürmemiş ve sert bir faleze çarpmıştı. Sevinçleri kursaklarında
kalmıştı.
Abovların,
computerlerden kendilerine verdikleri talimatlar Enerjipotların metal
beyinlerine ulaşmamıştı. Birçok denemeye rağmen komut yazılımları Enerjipotlara
yüklenememişti.
O günden itibaren de
Abovlar, Enerjipotlar karşısında ağır bedeller ödemişti. Kısmi olarak çalışır
vaziyetteki yaşamsal fonksiyonlarını tüketime endeksleyen Enerjipotlar, birer
sömürücü aracına dönüşmüştü.
Öyle ki Abovların
nükleer savaş teknolojilerini dahi ele geçirmişlerdi. Nükleer savaş
teknolojilerini Enerjipotlara kaptıran Abovlar bütün güçlerini kaybetmişti.
Kendileri açısından her şey aniden altüst olmuştu. Efendiyken köle konumuna
düşmüşlerdi.
Enerjipotlarda ise durum
tam tersi bir hal almıştı. Yaratılan, yaratıcılarına karşı gelmişti. Aktivasyon
sırasında bir nevi akıl, irade ve vicdan üçlemesine kendilerini kapatan
Enerjipotlar, Abovlara adeta isyan etmişti.
Bütünüyle Enerjipotların
egemenliği altına giren Abovlar için mutlu son gerçekleşmemişti. Böylece bu
olayla Yakın Çağ kapanıp Evolution Çağı başlamıştı.
Son buhrandan sonra da
Abovlar, post-kölelik yaparak Enerjipotların hizmetine girmişti.
Dr. Faraklit
Umut Her Daim Olmalıdır.
Dr. Faraklit
laboratuvarlarda Asovlara yapılacakları bilen bir doktordu. Bu yüzden işlemlere
bilinçli olarak katılmamıştı. Ama daha sonra nasıl bir dönüşüm geçirdiklerini
görmüştü.
Dr. Faraklit, kutsal bir
misyona sahipti. Yüklendiği kutsal ve bir o kadar ağır misyona halel getirmemek
için o günlerde izne ayrılmıştı. Taşıdığı kutsal misyon yıllar önce bir izin
gününde kendisine verilmişti. Getto Adaları’nda geçirdiği son iznin ilk
gecesinde olanlar olmuştu.
Fakat bu sefer Getto
Adaları yoktu. Kasırgalar, Getto Adaları’nı harap ettiğinden izin günleri
farklı yerlerde kullanıyordu. İzin günleri Asya Ve Avrupa Kıtalarının kıyı
şeritlerinde inşa edilen mekânlarda geçiriliyordu. Dr. Faraklit’te bilinçli
olarak ayrıldığı iznini bu yerlerden birinde geçirmişti. İzninin ardından
görevinin başına döndüğünde ise gördüğü manzara karşısında dehşete kapılmıştı.
Asovlar, Abovların öngörülerinden çok değişik bir duruma dönüşmüştü. Asovlar,
mutasyona uğramıştı.
Dr. Faraklit, bu tablo
karşısında daha önce hiç yaşamadığı bir duyguyla içine kapanmıştı. Yaşadığı bu
duygunun adı tam manasıyla bir ızdıraptı.
Dr. Faraklit’in çektiği ızdırap, “İfrit”
isimli laboratuvarlardaki odasından çıkmasına bir süreliğine engel olmuştu. Bir
süre sonra ise Getto Adaları’na gitmeden önce ki Dr. Faraklit olmadığını
hatırlamıştı. Artık bir misyonu olduğunu ve daha ilk darbede yıkılmaması
gerektiğini düşünerek sakinleşmişti. Kendini toparlamıştı.
Görevli olduğu bir gecede de Asovların
daha fazla acı çekmemeleri için hapsedildikleri laboratuvarların bodrumlarından
kaçmalarını sağlamıştı. Olayın nasıl olduğuna dair kendisinden istenen rapora
ise şunları yazmıştı:
“Olay gecesi hastanede
nöbetçi doktor olarak görev yapmaktaydım. Gece saat iki sularıydı. Katları
dolaşırken bodrum katında daha önce alışık olmadığım bir gürültünün geldiğini
duydum. Görev mahalim dışında olmasına rağmen merakıma yenik düşerek bodrum
katına inmeye başladım. Gürültünün şiddeti giderek artmıştı. Bodrum katına
indiğimde bu kez gürültünün hangi yönden geldiğini ilk anda anlamaya çalıştım.
Dikkatli bir şekilde kulak kabartınca gürültünün Asovların tutulu olduğu
alandan geldiğini anladım.
O alana gidip gitmeme
arasında ilk etapta kararsız kaldım. Fakat merakım ve aynı zamanda doktor
olmamın verdiği sorumluluk hissi beni gürültünün neden kaynaklandığını
öğrenmeye yöneltti. Amacım gürültünün nedenini tespit etmekti. Bu düşüncelerle
kartımı okutucuya doğru uzattım. Tam o anda da bayılmışım.
Kendime geldiğimde
yerden kalkarak doğruca Asovların bulunduğu mekâna girdim. Her yer
darmadağınıktı. Çelik parmaklıklar yamulmuştu. Parmaklıkların arkasında
Asovlardan kimse kalmamıştı. Kaçtıklarını anlamam güç olmadı. Böylece hızla
koşarak alarm düğmesine bastım.”
Dr. Faraklit’in bu
raporu Yüce Divanı tatmin etmemişti. Fakat delillerin yetersizliği onu
yargılamanın önüne geçmişti. O gece ki kamera kayıtlarının silinmiş olması…
Neler olduğuna yönelik şahit olarak bir başka görevlinin bulunmaması, Yüce
Divana, Dr. Faraklit’e inanmak dışında bir çare bırakmamıştı.
Ta ki o gece gerçekte
yaşananları, Öç Alanlardan birinin ağzından kaçırmasına dek suçlanmaktan
kurtulabilmişti.
Yapay enerji
santrallerinde çalıştığı esnada hata yapan Abovlardan biri, Öç Alanların eline
düşmüştü. Öç Alanlar’da her zaman olduğu gibi kendisini katıksız fazla mesai
işkencesine tabi tutmuştu.
Bu işkence seansı
sırasında Abovlunun çektiği sıkıntıyı görerek zevke gelen bir Öç Alan, “biz
sizlere Dr. Faraklit’in azabıyız!” demişti.
Ağır mesai altındaki
Abovlu, terden sırılsıklam olmuştu. O koşullardayken, bir an Öç Alan’ın ne
dediğini anlamakta güç çekmişti.
Abovlu, içinden
konuşarak: “Evet, Öç Alan’ın Dr. Faraklit dediğini duydum” demişti. Ama
cümlenin geri kalan kısmını tam anlayamadığından buna bir anlam verememişti.
Neyse ki o gece
boşboğazlığı üzerinde olan Öç Alan yardımına yetişmişti. Konuşmasını
detaylandırarak sürdürmüştü:
“Eğer onun yardımı
olmasaydı biz sizin elinizden kurtulabilir miydik, ha?”
Kan ter içinde kalmış
Abovlu, bir yandan çalışıyor diğer yandan Öç Alan’ın söylediklerine şaşkınlıkla
kulak kabartmıştı.
“Yüce Dr. Faraklit. Dost
Dr. Faraklit. Yardımsever Dr. Faraklit. Teşekkürler Dr. Faraklit…” diyerek
konuşmaya yeniden başlayan Öç Alan, olayın olduğu geceyi anlatmaya devam
etmişti:
“O gece bir
alaşımla gelip çelik parmaklıkları yumuşatmamış olsaydı eğer, biz hala orada
sizlerin tutsağı olmaya devam edecektik. Ama o geldi ve bizleri kurtardı. Bu
yüzden herkes unutsa bile ben onun bu iyiliğini hiç unutmayacağım, hiç
unutmayacağım…” demiş ve birden aklına yapmaması gereken bir şey gelmiş gibi
hemen Abovluya bakmıştı.
Abovlu çalışmasını
sürdürmeye devam ediyordu. Öç Alan, onu belli bir müddet süzdükten sonra
söylediklerini duymamış olduğuna kanaat getirmiş ve rahatlamıştı.
Çünkü Dr. Faraklit,
Asovları kurtarırken onlardan bir söz almıştı. Bu olay bir sır olarak
aralarında kalacaktı.
Fakat işte o gece, Öç
Alanlardan biri boşboğazlığının kurbanı olmuştu. Asovların kaçtığı o gece
gerçekte neler olduğunu; tüm güçlerini kullanmalarına rağmen bükemedikleri
çelik parmaklıklarından nasıl kurtulup ve laboratuarlardan kaçabildiklerini
anlatmıştı.
Olayın aslı kentte hızla
yayılmıştı. Yüce Divan vakit kaybetmeden Dr. Faraklit’i yakalama kararı
çıkarmıştı.
Dr. Faraklit hakkında
yakalama kararının çıkartıldığını duyan o geceki görevli Öç Alan, bunun kendi
hatası olduğunu anlamıştı. Pişmanlık duymuş ve ivedilikle üstlerinin yanına
gitmişti. Onlara bunun kendi suçu olduğunu itiraf etmişti.
Dr. Faraklit hakkında
yakalama kararı çıkartılmasıyla, Öç Alanlar, Abovlardan daha hızlı hareket
ederek Dr. Faraklit’i bulmuştu. Ve hemen hanımı Creed'le beraber onları kentten
çıkarmışlardı.
Kentten kaçmayı
başaran Dr. Faraklit ile misyonunu ilk kabul eden eşi Creed, Mezopotamya
Bölgesine en yakın dağ olan Cudi Dağı’na sığınmışlardı. Orada bir mağaraya
yerleştikten bir süre sonra Dr. Faraklit, eşinin dışında da misyonunu kabul
edecek Abovlara ulaşmaya çalışmıştı. Fakat birkaç kişi dışında kendisini
dinleyen ve misyonunu kabul eden kimse olmamıştı.
Dr. Faraklit’in sahip
olduğu misyon, başlıca ifrat ve tefriti yasaklıyordu. Tamahkârlık ve
savurganlığı doğru bulmuyordu. Kutsal Akla gösterilen tazimi eleştiriyordu. Bu
evrenin sadece akıl yoluyla düzenlenmesine karşı çıkıyordu. Misyona göre akılla
beraber kalbi de işlevsel kılmak gerekiyordu.
Aynı zamanda misyon,
yeryüzündeki her şeyin sadece Abovların hizmetinde olamayacağını söylüyordu.
Abovların kendileri dışındaki her şeyi düşman olarak görmelerinin – ki Öç
Alanlar bunun için iyi bir örnekti- nelere mal olduğunu anlatıyordu. Yeryüzünün
eski haline dönebilmesi için sadece Kutsal Akılla değil bunun yanına irade ve
vicdanı da eklemek gerektiğini ifade ediyordu.
Dr. Faraklit, suçlu
olarak arandığından dolayı Abovlara yakalanmaması gerekiyordu. Bunun için
gizlice indiği şehirlerde fazla kalmıyordu. Tıpkı Creed’de olduğu gibi uzun
yıllar “Hearteye” programıyla kendilerini takibe alıp emin olduğu ve daha sonra
misyonunu kabul ettiği kişileri yanına alarak hemen mağaraya dönüyordu.
Şehirlerdeki aydınlık
ile bulundukları mağaranın karanlığı arasında zıtlık vardı. Şehirlerin göz
alıcı aydınlığına karşın mağaranın zifiri karanlığı sanki bir yarış halindeydi.
Bu yüzden Dr. Faraklit ve Creed mağarayı sürekli kendi elleriyle aydınlatmak
zorunda kalmışlardı. Bu sorunu Mezopotamya Bölgesi'nden gizlice
getirebildikleri ham petrolle çözmüşlerdi. Bölgeden getirdikleri ham petrolü
ince ince damıtarak kerosen yağı elde ediyor ve bu yağla mağarayı
aydınlatıyorlardı.
Uzun uğraşlar sonucunda
mağaranın dip kısmından açtıkları bir geçitle Mezopotamya Bölgesine
girebilmenin yolunu bulmuşlardı. Mezopotamya Bölgesine her girdiklerinde doğal
enerji maddelerinden ihtiyaçları kadarını alarak tekrar mağaraya dönüyorlardı.
Mağaranın dip kısmında
açtıkları geçitten Mezopotamya Bölgesine kolayca girebiliyorlardı. Fakat
bölgeye girdikten sonra doğal enerji yataklarına ulaşabilmeleri o kadar kolay
olmuyordu. Bunun için bazı tehlikeleri göze almaları gerekiyordu.
Dr. Faraklit ile
Creed’in her an Yıldız Aynalarına yakalanma riski vardı. Ayrıca ihtiyaçları
olan her ne olursa olsun onlara ulaşabilmek için kâh sığ ormanları aşmaları,
kâh sarp yokuşları tırmanmaları, kâh engin ırmakları yüzmeleri gerekiyordu.
Dr. Faraklit ile Creed
uzun tanışıklarından sonra evlenmişlerdi. Yolları sanal arkadaşlık sitelerinden
olan hearteye’de kesişmişti. Dr. Faraklit, kalp gözü anlamına gelen bu sitede
Creed’in yaşanan gündelik olaylara yönelik düşünsel ifade biçimlerini kendi
ifadelerine benzetmişti. Creed’in olumlu veya olumsuz güncel haberler
karşısında kullandığı dil daha ilk anda Dr. Faraklit'in dikkatinden kaçmamıştı.
Bir müddet Creed’i yakından takip eden Dr. Faraklit, “Rebit” programı üzerinden
Creed’le irtibata geçmişti.
“Rebit” programı, başa
takılan özel “contact” cihazları aracılığıyla düşüncelerin yazıya ve söze
dökülmeden okunmasını sağlıyordu. “Rebit” programı üzerinden iletişme geçenler
gözlerini kapatıyor ve “contact” cihazları aracılığıyla birbirlerine
odaklanıyorlardı. Bu uygulama kız ya da erkek olsun, anarşik karakterli bazı
Abovlu gençlerin kendi aralarında görüştükleri bir programdı. Yasal değildi.
Yasal olmayan doğal olarak yasak olduğundan suç teşkil ediyordu. Bu da ceza
almak anlamına geliyordu. O yüzden “Rebit” programı bu türden genç ve anarşik
Abovları heyecanlandıracak olaylar olmadıkça kullanmadıkları bir programdı.
Dr. Faraklit'te, “Rebit”
programını kullanabileceği ümidini taşıyarak Creed'le iletişime geçmeyi
denemişti. Daha ilk denemesinde de başarılı olmuştu. Creed’i, sanki kendisini
bekliyormuş gibi bulmuştu.
İlk görüşmelerinde
olağan şekilde birbirlerini tanıtıcı ve bilindik düşünce paylaşımlarında
bulunmuşlardı. Daha sonrasında birkaç kez daha aynı program üzerinden görüşmeye
devam etmişlerdi. Birbirlerine güvenebileceklerini anlamalarıyla da Dr.
Faraklit, Creed’le yüz yüze görüşme teklifinde bulunmuştu. Creed, bu görüşme
teklifini olumlu karşılamıştı. Fakat nerede ve ne zaman görüşeceklerini Dr.
Faraklit ilk anda düşünemediğinden bir süreliğine belirsizlik yaşanmıştı.
Karşılıklı olarak öne
sürdükleri birkaç önerinin ardından bu belirsizliğin üstesinden
gelebilmişlerdi. Yer olarak görüşmeyi Getto Adaları olarak planlamışlardı.
Zaman olarak ise her ikisinin tatil günlerinin aynı tarihlere denk gelebileceği
bir yılda karar kılmışlardı. Bu da iki yıl sonra birbirlerini yüz yüze
görebilecekleri anlamına gelmişti.
Creed, Kuala Lumpur
City'de ikamet ediyordu. Kuala Lumpur City ve London City arasındaki mesafe havayolu
ulaşımıyla yaklaşık 100 pedal mesafesindeydi. Evolution Çağındaki 100 pedalın
zamansal miktarı, Yakın Çağın son çeyreğinin 10 dakikasına denk düşmekteydi.
Oysaki bu mesafe Yakın Çağın son çeyreğinden geriye kalan kısmındaki
olanaklardan hariç 7 güne tekabül ediyordu.
Evolution Çağının
imkânlarına rağmen bu kadar kısa bir zaman bile Enerjipotlar için üretim kaybı
anlamına geliyordu.
Enerjipotlar, Abovların
yılda bir defaya mahsus olarak kullandıkları izin dışındaki bir kaytarmayı asla
hoş karşılamazdı. Hatta böyle bir sorumsuzluğun karşılığı olarak Abovları en
ağır şekilde cezalandırıyorlardı.
O yüzden Dr. Faraklit ve
Creed’in görüşmelerinin en sağlıklı zamanı iki yıl sonraki dinlenme günlerinin
denkleşeceği tarihti. Ve yer de Getto Adaları’ydı.
Bu iki yıllık süre
zarfında Dr. Faraklit ve Creed, “Rebit” programı üzerinden görüşmeye devam
etmişlerdi. Doğal olarak dostlukları da bir hayli ilerlemişti.
Günler bu şekilde
geçerken Dr. Faraklit ile Creed’in ilk görüşmelerinin üzerinden iki yıl geçmiş
ve Evolution Çağının 40. Yılına gelinmişti.
Aradan geçen bunca
zamanda Mavi gezegen her geçen gün biraz daha solmuştu. Gökyüzü kendisine ait
ne varsa insanoğlundan saklamaya çalışmıştı. Rengini okyanuslardan alan uçsuz
bucaksız gökyüzü hüzne bürünmüştü. Dağlar azametli duruşlarından uzaklaşmıştı.
Haki renkteki bereketli toprakların yerini çıplak kayaların soğukluğu almıştı.
Tatlı su ırmaklarının aktığı vadiler kızıl çöl kumlarının meskeni
olmuştu. Menfezlerden yankılanan şelalelerin çağıltısı susmuş, efsunlu
sesler çıplak kayalıkları doldurmuştu.
Getto Adaları’na ilk
ulaşan Dr. Faraklit olmuştu. 571 Numaralı Fildişi Kulesindeki odasına yerleşmiş
ve Creed’i beklemeye başlamıştı. Kendisinden 300 pedal miktarından sonra inecek
Creed’e, Demax’ı olduğu odanın adresini önceden vermişti. 30 dakikalık havayolu
ulaşımına 10 dakikalık transfer süresi eklediğinde takriben 40 dakika içinde
Creed’in yanında olacağını tahmin ediyordu.
Tahmininde yanılmamıştı.
Creed, beklenilen saatte 610 pirinç levhalı locanın önünde olmuştu. Sensörler o
an devreye girerek locanın önünde misafir olduğu uyarısında bulunmuştu. Locanın
kapısının açma butonuna basan Dr. Faraklit ayağa kalkarak Creed’i beklemişti.
Creed’in locaya girmesiyle aracısız bir şekilde ilk defa yüz yüze gelen ikili
birbirlerine gülümsemişlerdi. Etrafını ses geçirmez camların sardığı locadaki
masaya karşılıklı oturan iki dost hasretle birbirlerini sormuşlardı.
Bir müddet hoşbeşten
sonra Dr. Faraklit ile Creed, 571 numaralı Fildişi Kulesinin 610 pirinç levhalı
locasında, gelecek açısından önemli kararlar almanın arifesine geçmişti. Bu
görüşmeyi isteyen olmasından dolayı konuşmaya ilk başlayan Dr. Faraklit
olmuştu.
Paylaşım sitelerindeki
yazışmalarından dolayı kendisini uzun süre takip ettiğini… Bu takibat sonucunda
ona güvendiğini… Bu yüzden kendisiyle “Rebit” programı üzerinden iletişime
geçtiğini… Güveninde yanılmadığını… Daha sonra neden yüz yüze görüşmek
istediğini… Şu anki görüşmeden maksadının ne olduğunu… Geleceğe dönük
planlarını ve en önemlisi elindeki “Mukaddes Sayfalardan” uzun uzadıya
bahsetmişti.
Dr. Faraklit'in açık
sözlülüğü, konuşmasındaki ikna kabiliyeti ve en önemlisi heyecanı Creed’in
tebessüm etmesine ve tedirginliğini üzerinden atmasına sebep olmuştu.
Rahatlamanın vermiş olduğu cesaretle bu defa kendisi konuşmaya başlamıştı.
Aklından geçen bütün düşünceleri tek bir cümlede toplayarak, "bu mümkün
mü?" diye sormuştu.
Dr. Faraklit bu önemli
soruyu, “mümkün olup olmadığını açıkçası ben de bilmiyorum” diye cevaplamıştı.
Devamında “bildiğim tek şeyin üzerimize düşeni yapmak olduğu” ifadesinde
bulunmuştu.
Kısa bir sessizlikten
sonra yeniden konuşmaya başlayan Dr. Faraklit, kaybedecek bir şeylerinin
olmadığını; üstelik üst düzey Abovların yapay zekâyla alakalı yine bir model
üzerinde çalıştıklarını; bu hızla giderlerse Enerjipotlarda yaşadıkları hayal
kırıklığının benzerini Yapay Zekâ Humanlar’da yaşayacaklarını; “Mukaddes
Sayfalardaki" çıkarsamalarından bunu tahmin etmenin zor olmadığını
söylemişti.
Creed, Dr. Faraklit'in
anlattıklarını pür dikkat dinlemiş ve söyledikleri oldukça ilgisini çekmişti.
Fakat Dr. Faraklit’in “Mukaddes Sayfalardan” kastının ne olduğunu
anlayamamıştı. Bu bahsi açmadan önce de Dr. Faraklit’in yanında olduğunu duymak
isteyeceğini aklından geçirmişti. O yüzden sözlerine, “seninle beraber olacağıma,
seninle beraber geleceği değiştirebilmek için elimden gelen bütün gayreti
göstereceğime, düşüncelerini gerçekleştirme yolunda şartlar her ne olursa olsun
seni asla yalnız bırakmayacağım söz veriyorum” diyerek başlamıştı.
Kendisinden bu sözleri
işiten Dr. Faraklit’in mutluluğunu görmesiyle de aklından geçen soruyu sormanın
tam vakti olduğunu düşünmüştü. Dr. Faraklit’in gözlerinin içine bakarak
“Mukaddes Sayfalar” ne demek oluyor?” diye sormuştu.
Dr. Faraklit’in yüz
ifadesi sanki bu soruyu bekliyormuş gibi durulmuş ve sakin bir şekle
bürünmüştü. Soruya bir müddet cevap vermeyerek gözlerini Creed'in
gözlerine odaklamıştı.
Sessizliği yeniden bozan
Dr. Faraklit, “Rebit” programında kullandıkları “Contact” cihazının yanında
olup olmadığını sormuştu. Creed, yanında getirdiğini söyleyince ikisi beraber
locanın camlarından dışarı bakmış ve kimsenin olmadığını görünce cihazları
çantalarından çıkararak başlarına takmışlardı. “Contact” cihazlarını başlarına
taktıktan sonra gözlerini yummuş ve Dr. Faraklit, “Mukaddes Sayfalar”da
yazılanlardan bir kısmını Creed’e açmıştı.
Creed daha ilk anda
okudukları karşısında adeta şok geçirmişti. Yoğun ve bir o kadar ağır olan bu
bilgi gösterimi Creed’in bütün vücudunu sarsmıştı. Titreyen vücudunu
dizginleyemeyeceğini anlayınca da zoraki kaldırdığı elleriyle cihazı başından
atmıştı.
Daha sonra “Mukaddes
Sayfaları” okumak için birkaç denemede daha bulunmak istemiş ise de her
defasında gücü tükenmiş ve en sonunda bayılmıştı. Kendine geldiğinde artık pes
etmiş ve Dr. Faraklit’in zihnindekileri okumaktan vazgeçmişti.
Oysa Dr. Faraklit’in
kendisine aktardıkları daha bir sayfa bile olmamıştı!
Titreşim
Vuslat, Kendini Bulmandır.
Creed, mağaranın ağzında
durarak her zamanki gibi Dr. Faraklit'i izlemişti. Güneş ışınları kendisini
iyice hissettirdiğinde Creed, "güneş ışınları!" diye seslenmişti.
Creed'in seslenmesiyle
daldığı “Mukaddes Sayfalardan” başını kaldıran Dr. Faraklit, elindeki tel
maşayla okuduğu yeri işaretlemiş ve dizlerinin üstündeki sayfaları toplamıştı.
Güneş ışınlarının kamaştırdığı zeytin karası gözlerini boynuna doladığı siyah
fularıyla kapatmış ve hızla doğrulmuştu. Creed’in her zaman ki sitemleri
eşliğinde mağaraya yönelmişti.
Dr. Faraklit, her
seferinde Creed’e haklı olduğunu söylemesine rağmen aynı hatayı yapıyordu.
“Mukaddes Sayfaları” okumaya başlar başlamaz yazılanlara dalıp gidiyordu.
Zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyordu. Yazılanlardan bir sonuç çıkarmaya
çalışıyordu. Yeniden yaşanabilir bir dünya inşa etmenin yollarını arıyordu.
Creed'de bu yüzden her defasında “Mukaddes Sayfaları” okuduğu zamanlar dikkatli
olması için onu sürekli uyarıyordu.
Çünkü Dr. Faraklit’in
gözleri güneş ışınlarına maruz kaldığında kısmi körlük yaşıyordu. Bu durum onda
baş dönmesine sebep olduğundan dağdan yuvarlanma tehlikesi geçiriyordu. Onu yakından
takip eden Creed, bu gibi durumlarda zamanında yetişiyordu. Kimi zaman
kollarından kimi zaman gövdesinden sıkıca yakalıyor ve dağdan yuvarlanmasına
son anda engel oluyordu.
Dr. Faraklit, hemen her
gün güneş ışınlarının etkisinin zayıf olduğu seher vaktinde elindeki “Mukaddes
Sayfalar” ile gizlendikleri mağaradan çıkıyordu. Yakmayacak bir aydınlık ve
dondurmayacak bir sıcaklığın yaşandığı o anlarda “Mukaddes Sayfaları” okuyordu.
Önünde oturduğu Seeing
Mağarası, Mezopotamya Bölgesine en yakın dağ olan Cudi'nin sağ yamacına
düşüyordu. Yüksekliğiyle çevresindeki diğer sıra dağlardan ayrılıyordu. Ayrıca
bu yönüyle dioksit gazlarından en az etkilenen dağ olma özelliğini taşıyordu.
Mezopotamya Bölgesinden esen rüzgârların taşıdığı polenlerle yamaçlarından bahar
yeşilliğinin eksik olmayan Cudi Dağı, Vasatların yeni yurdu olmuştu.
Cudi Dağı’na ilk olarak
kendilerini kurtardığı Asovların yardımıyla şehirden kaçan Dr. Faraklit ve
Creed gelmişti. Batı Kıtasının başkenti olan London City'i terk etmelerinin
üzerinden epey zaman geçmişti.
London City,
teknolojinin bütün imkânlarının kullanılarak inşa edildiği bir şehirdi. Asya ve
Avrupa Kıtalarındaki diğer şehirler ona benzemek için sürekli bir yarış
içindeydi.
Dr. Faraklit’te
yüklendiği misyondan önce London City’deki Abovlar gibi bir hayata sahipti.
Ortalamanın üstündeki bir Abov gibi yaşamaya çalışırdı. Günün modasına ayak
uydururdu. En trend televizyon dizisi hangisi ise onu takip ederdi. Lüks
restoranlarda yemek yer ve lüks evlerde otururdu. Bütün bunları gerçekleştirebilmek
için de fazladan mesai yapardı.
Çoğu zaman bu fazla
mesailer lüks restoranlarda yemek yemesine ya da tuttuğu lüks evinde oturmasına
fırsat vermiyordu. Fakat Abovların mevcut yaşantısı bunu gerektirdiğinden ister
istemez buna uymaya çalışıyordu.
Dr. Faraklit, büyük
buhrandan önce doğal enerji uzmanı olarak çalışıyordu. Yıl boyunca biriken
yorgunluğu atmak istediğinde herkes gibi birkaç günlüğüne izne ayrılıyordu.
Türdeşleri gibi o da Getto Adaları’ndaki devre mülküne hemen kapağı atıyordu.
2029 yılının Yağmura
Hasret Mevsiminin Kar Düşü Ayı’ydı. Getto Adaları’nda bulunan Fildişi
Kuleleri’ndeki devre mülkünün sırası birkaç gün sonra kendisine geliyordu.
Otomasyon, mail atarak Dr. Faraklit’i bu şekilde bilgilendirmişti. Mailine
düşen bu bildirimin ardından Dr. Faraklit, uçak biletini ayarlama telaşına
düşmüştü.
Genelde Abovların izne
çıkmadan önce en büyük sorunları uçak bileti bulmak olurdu. Bu yüzden o da
diğerleri gibi uçak bileti alım işlemlerinde her zaman erken davranırdı. Bu
işlemi son günlere bırakan Abovlar, aralarında sınıf ayrımı olduğundan kendi
sınıflarına ait yer bulmada zorlanabiliyordu.
Dr. Faraklit’te yer
sorunu yaşamamak için mobile olarak uçak biletini ivedilikle ayarlamıştı.
Sınıfına ait uygun bir yer bulmuş ve zihinsel olarak izne hazır gelmişti.
Abovların, Kutsal Akla
sahip olmaları diğer canlılara karşı bir üstünlük göstergesiydi. Fakat böyle
olması aralarındaki derece ya da sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırmıyordu.
Bu da bütün Abovların eşit olmadığı anlamına geliyordu.
Aralarındaki
sınıflandırmalar farklı sebeplere dayanıyordu. Doğum yerleri, konuştukları
diller, çok güzel, biraz güzel, çirkin, çok çirkin olmaları… Konuşma
kabiliyetleri, muhataplarına karşı tavırları, ikna edebilme yetenekleri…
Kurnazlıkları, sinsi davranmaları, dalkavuklukları, risk anındaki kıvraklıkları
sınıflarını oluşturan özelliklerdi.
Söz konusu özelliklerin
kendilerine ait puanları vardı. “Character Rating” programı bunun için
oluşturulmuştu. Bu program Abovları davranışlarına göre değerlendiriyordu. Sahip
oldukları özelliklere göre puanlar veriyor ve hangi sınıftaki karaktere uygun
düştüklerini belirliyordu.
Bir Abovlu üst düzey
karakter sınıfına sahipse eğer görevi genelde daha az yorucu işler oluyordu. Bu
sınıftakiler işlerini çoğunlukla toplantılar düzenlemekle geçiriyorlardı.
Toplantılardan arta kalan vakitlerde masa başlarında oturuyorlardı. Arada bir
önlerindeki siyah ekranlardan çalışanları takip ediyorlardı. Hak ederek
girenler olsa da genellikle bu sınıfta yapmacık davranışları iyi becerenler bulunuyordu.
Orta düzey karakter
sınıfına sahip olanların görevleri biraz daha ağırlaşıyordu. Bu sınıftaki
Abovlar iş yerlerinde bilfiil çalışıyordu. İşlerin sorumlusu kılınmışlardı.
Fakat kendilerine verilen görevler alt düzey karakter sahiplerinin göre basitti.
Üst ve orta karakter
sınıfının dışında kalan alt düzey Abovlar ise “yük” olarak görülüyordu. Hiçbir
vasfa sahip olmayan bu sınıftakiler getir götür işlerinde kullanılıyordu.
Tehlike arz eden işlerde de yine bu sınıftakiler görevlendiriliyordu.
Dr. Faraklit, orta
karakter sınıfına sahipti. Kendisinin London City’de doğması, dilindeki
akıcılığı ve ikna kabiliyetinin iyi olması onun orta sınıfa sahip olması için
yeterli özelliklerdi. Belki bütün bunların yanına yapmacık davranışlar
ekleyebilseydi üst karakter sınıfına bile dâhil olabilirdi. Fakat o doğal
kalmayı tercih etmişti. Bu doğallığından taviz vermeyi hiç düşünmemişti.
Kar Düşü Ayı bitmişti.
Ahmak Yakan Ayı’na girilmişti. Ahmak Yakan ayının on beşinde de Dr. Faraklit’in
izin günleri başlamıştı. Vakit kaybetmeden AD84 yolcu uçağına binen Dr.
Faraklit bir ay öncesinden ayarladığı orta sınıf koltuğuna oturarak Getto
Adaları’na doğru yolculuğunu gerçekleştirmişti.
A-Pacex havayollarına
ait AD84 kodlu uçak Getto Adaları’nın en büyük havalimanı Znmama’ya inmişti.
Dr. Faraklit özel yolcu transfer hizmetinden faydalanarak 571 numaralı Fildişi
Kulesine gelmiş ve devre mülküne yerleşmişti.
Oda, sanal deniz
manzaralıydı. Yatak örtüsünün yeni değiştirildiği her halinden belli oluyordu.
Dr. Faraklit’in iyice yorulan gözlerinde bu gibi ayrıntılara dikkat edecek
takat kalmamıştı. Bu yüzden devre mülküne yerleşir yerleşmez ayakta durmakta
zorlanan gövdesini kuş tüyü yatağa yüzükoyun bırakmıştı.
Bir haftalık olarak
kiralanan Fildişi Kuleleri’ndeki devre mülklerin prosedürü belliydi. Odalar
ancak yedi günlüğüne kiralanabiliniyordu. Her yeni gelen Demax için oda yedinci
günün sonunda en geç saat 10.00’a kadar boşaltılıyordu.
Boşalan odalara hemen
housekeepingler doluşuyor ve odalar havalandırıyordu. Banyo ve lavaboları
temizliyordu Yatak örtüleri, yorgan ve yastık kılıflarını değiştiriyordu Odayı
düzenleyerek yeni gelecek kiracıya hazır bir hale getiriyordu.
Dr. Faraklit'in devre
mülküne yerleşmesinden önce de aynı işlem gerçekleştirilmişti. Bir hafta
boyunca ona ait olacak olan odanın en ince ayrıntısına kadar bakımı
housekeepingler tarafından yapılmıştı.
Dr. Faraklit’te, odanın
oldukça nezih görüntüsü karşısında yelkenleri suya indirmişti. Sanal deniz
manzarasının verdiği dinginlikle bir yılın yorgunluğunu göz kapaklarında
hissetmişti. Bu ortama daha fazla güç yetiremeyerek de uykuya dalmıştı.
Dr. Faraklit yol
yorgunluğuyla beraber deliksiz bir uyku çekmişti. Akşama doğru ancak
uyanabilmişti. Hemen yataktan kalmak istememişti. Bir süre sağa sola dönerek
yeniden uyumaya çalışmıştı. Fakat dışarıdaki gürültüden dolayı bir türlü uykuya
odaklanamamıştı.
Her yıl maruz kaldığı ve
kendisi için bir klişe haline dönüşmüş bu duruma artık şaşırmıyordu. Bu yılda
yine aynı durumla karşılaşınca bu kez nedensiz gülümsemişti.
Getto Adaları’nın
gündüzleriyle geceleri arasında tenakuz yaşanıyordu. Gündüzün yoğun
sessizliğine karşın gecenin aşırı gürültüsü çelişki oluşturuyordu.
Dr. Faraklit uykulu
gözleriyle bu çelişkiye sitem etmişti. İstemsizce yatağından doğrulmuş ve
yatağının dip köşesinde duran oda terliğini giymişti. Soğuk bir duş almanın iyi
geleceği düşüncesiyle yataktan doğrulup banyonun yolunu tutmuştu. Fakat aklı
hala dışarıdaki gürültüde kalmıştı. Söylene söylene banyonun kapısını açmış,
üstündekileri çıkarmış, duşa kabine girmişti. Su ahizesinin altına girmesiyle
de otomat devreye girmişti.
Ana borudan gelen suyun
sesini takip edemeyen Dr. Faraklit, ahizenin haznelerinden fışkıran soğuk suyu
aniden vücudunda hissetmişti. Vücuduna temas eden soğuk su istemsizce
irkilmesine sebep olmuş ve şok etkisi yapmıştı. Daha önce yaşamadığı bir
titreşime maruz kalmıştı.
Dr. Faraklit, bir an
kendisini çölde görmüştü. Bir göz kırpma mesabesindeki bu geliş gidiş kendisini
ürpertmişti. Yaşadığı bu durumun bir anlık baş dönmesinden kaynaklandığını varsaymıştı.
Üstünde fazla durmayarak duşunu almaya devam etmişti. Aldığı duşla hücrelerinin
yenilendiğini düşünen Dr. Faraklit, uyku sersemliğinden böylece kurtulmuştu.
Daha o gün havluluklara
yerleştirilen temiz, kokulu, kalın ve kırmızı renkteki havlularla kurulanmış ve
banyodan çıkmıştı. Önceden hazırlamış olduğu temiz çamaşırlarını giyerek yatak
odasına gelmişti.
Dışarıdan gelen müziğin
gürültüsü hala devam ediyordu. Yeniden söylenmeye başlayan Dr. Faraklit, yatağa
oturarak elindeki baş havlusuyla saçlarını kurulamaya başlamıştı. Saçlarını
kurularken aynı zamanda odaya dolan yapay deniz kokusunu içine çekmişti.
Müziğin sesi rahatsız
edici bir boyuta dönüşmüştü. Fakat Dr. Faraklit bu duruma söylenmesine rağmen
ilginç bir şekilde ayaklarını müziğin ritmine göre hareket ettirmeye
başlamıştı. Saçlarını kuruladıktan sonra da müziğin ritmine göre hareket eden
ayaklarına bu kez ellerini eşlik ettirmişti.
Müziğin ritmine göre
hareket eden el ve ayaklarıyla ilginç figürler çizen Dr. Faraklit, gardırobun
önünde duran bavuluna doğru uzanmıştı. Eğilerek bavulunu açmış ve içinde Getto
Adaları’nda giyeceği elbiselerini çıkarmıştı.
Bavulundan çıkardığı
elbiselerinden birkaçını o gece giymek için ayırmıştı. Ötekileriyse yatağın
karşısında bulanan ve kapakları aynalı olan gardıroba düzenli bir şekilde
yerleştirmişti.
O gece için ayırdığı
elbiselerden değişik pantolon, t-şort ve gömlek kombinasyonunu birkaç defa
denemiş ve ardından ne giyeceğine karar vermişti.
Parıltı
Sabah, Gecenin En Koyu Anına Yakındır.
Siyah ve uzun saçlarını
arkaya doğru taramıştı. Basık ve kıvrımlı kulaklarının kenarından birkaç saç
lülesi aşağıya doğru sarkmıştı. Hafif kirli sakalları buğday rengindeki yüzüne
ayrı bir karizma katmıştı.
Fildişi Kuleleri’nin
zemin katlarında aynı zamanda gece kulüpleri bulunuyordu.
Dr. Faraklit’te 1789
numaralı Fildişi Kulesi’ndeki gece kulübüne gitmek üzere hazırlanmıştı.
Asansöre binmiş ve zemin kata inmişti. İnene kadar da asansörün içindeki
aynadaki yansımasına delişmen gözleriyle bakarak baştan ayağa vücudunu süzmüştü.
Süet ayakkabısı, gri
keten pantolon ve yakalı siyah t-short’üyle gayet şık olduğuna kanaat
getirmişti. Zemin kata indiğinde asansörün camlı kapısı iki yana doğru hızla
açılmıştı.
Asansörden inen Dr.
Faraklit’in yüzüne gece kulübünden dışarıya taşan müziğin sesi, ateş topu gibi
çarpmıştı.
Boğuk bir halde odasına
kadar yüksen müzikte buradan geliyordu. Ama şimdi müzik çok daha pürüzsüz bir
seviyede kulaklarında yankılanıyordu.
Yüzüne çarpan müzik
oldukça hareketli ve tahrik ediciydi. Şehvet duygularını kabartacak cinstendi.
Dr. Faraklit asansörden
indikten sonra bir müddet gece kulübüne girip çıkanları izlemişti. Gece
kulübünün “Birmanya Yakutu” rengindeki kelebek kapısı sürekli açılıp
kapanmıştı.
Kelebek kapı her
açıldığında gece kulübünden dışarıya saçılan kırmızı, sarı ve mavi ışıklar Dr.
Faraklit'i kendine çekiyordu. Zemin kattaki fuayeyi gece kulübünden dışarıya
taşan müziğin sesi dolduruyordu. Hem dışarıya saçılan ışık gösterisiyle, hem
fuayeye dolan müziğin ritmiyle iyice tahrik olan Dr. Faraklit, koşar adımlarla
gece kulübünün kelebek kapısının önüne gelmiş ve bodyguardlara cebinden
çıkardığı oda kartını göstererek gece kulübüne girmişti.
Gece kulüplerine oda
kartı olanların dışında başkalarının girmesi yasaktı. Bunun için devre mülk
sahibi olan Demaxlar -Dr. Faraklit gibi oda sahiplerine denilirdi- oda
kartlarını sürekli yanlarında taşımaları gerekiyordu.
Nitekim Dr. Faraklit’te
ilk yılında söz konusu kuraldan habersiz olarak gece kulübüne inmişti. Kurallar
gereği de doğal olarak gece kulübüne alınmamıştı. Maruz kaldığı duruma
içerleyerek kapı önündeki bodyguardlarla tartışmıştı. Neyse ki olayın giderek
büyüdüğünü güvelik kameralarından izleyen 1789 numaralı kule şefi hemen
yanlarına inmiş ve sorunu çözmüştü.
Kule şefi, elindeki
biyometri cihazıyla Dr. Faraklit’e yüz taraması yapmıştı. Böylece onun
1789 numaralı Fildişi Kulesinin Demaxlarından olduğu anlaşılmış ve Dr. Faraklit
yapılan bu işlemin ardından gece kulübüne ancak girebilmişti.
Gece kulübüne girmişti
ama bodyguardlarla tartışması ona biraz pahalıya mal olmuştu. Oradan gelip
geçenler bir hayli hararetli olan tartışmaya şahit olmuştu. Olayın detayını
öğrenmeleriyle Dr. Faraklit’in haksız olduğunu anlamışlardı.
Haksız olmasına rağmen
tartışmayı sürdürmesini iğreti bulmuşlardı. Bütün uyarılara rağmen Dr.
Faraklit’in sakinleşmediğini görünce de Face Mirrorlar’ını çıkarmışlardı. Face
Mirror, karakter sınıflarını oluşturmak için üretilmiş olan bir çeşit cihazdı.
Character Rating uygulaması bu cihazlarda bulunuyordu.
Tartışmaya şahit olanlar
bu uygulamaya girerek Dr. Faraklit’in hesabını bulmuş ve kendisine tartışmasını
tasvip etmediklerini ifade eden dislikeler göndermişti. Bu dislikeler
neticesinde Dr. Faraklit'in 3,9 olan karakter oranı 3,7’ye gerilemişti.
Character Rating
uygulaması, Abovların birbirlerine karşı olan davranışlarını puanlayan bir
sistemdi.
Kendi aralarındaki
davranışları beğenip ya da beğenmediklerini hesaplayan sistem, almış oldukları
oranlara göre Abovları kategorilendiriyordu. Bu kategoriler kendi içlerinde
avantajlara ve dezavantajlara sahipti. Yüksek beğeni sahipleri birçok avantaja
sahip olabilirken beğeni oranı düşük olanlar imkânlardan daha az
faydalanıyordu. Arzu edilen herhangi bir şey, Abovların bulunduğu kategoriye
göre ya elde ediliyor ya da edilemiyordu. O yüzden ne kadar çok beğeni o kadar
çok imkân anlamına geliyordu.
Character Rating
uygulamasında 3,9’dan, 3,7’ye gerilemek kötü bir kategoriye düşmek anlamına
elbette gelmiyordu. Ama bir gecede 0,2 gibi bir puan düşüşü Abovlar için büyük
kayıp demekti. Dr. Faraklit için de öyle olmuştu.
Dr. Faraklit, sonraki
yıllarda yaşadığı bu tatsız olayın verdiği tecrübeye sahip olarak gece kulübüne
inmişti. Oda kartını bodyguardlar sormadan cebinden çıkararak göstermişti.
Önceden yaşadığı talihsiz gecenin aksine sonraki geceler gözleri kamaştıran
kelebek kapıdan rahat bir şekilde geçerek içeriye girmeye başlamıştı.
Fakat o gece içeriye
adımını henüz atmıştı ki hemen geri dönmüştü. Kapıya doğru yönelmiş ve bir
çırpıda dışarıya fırlamıştı. Bodyguardların şaşkın bakışları arasında asansöre
doğru koşmuştu.
Şans eseri asansör hala
zemin katta duruyordu. Gözleri kararmıştı. O haldeyken asansöre binmesi zor
olmuştu. Kramplar girmiş midesinin acısını sol eliyle bastırmaya çalışmıştı.
Diğer yandan sağ elinin işaret parmağıyla asansörü lobiye çıkaran düğmeyi
aramıştı. Bir an aralanan gözleriyle “L” harfini görmüş ve düğmeye basmıştı.
Asansör yukarı doğru
çıkarken Dr. Faraklit’i bu kez şiddetli bir baş ağrısı tutmuştu. Ayrıca yemek
borusundan ağzına doğru gelip giden nahoş kokulu bir basınç onu fazlasıyla
rahatsız etmişti. Bulunduğu Fildişi Kulesi’nden bir an önce kurtulmak
istemişti. Lobi katında duran asansörün kapısının açılmasıyla ok misali ileri
atılmıştı.
Geniş ve bir hayli uzun
olan lobiden koşar adımlarla ilerleyen Dr. Faraklit, Fildişi Kulesi’nin camlı
kapısına yaklaşmıştı. Camlı kapı, tepesindeki sensörleriyle Dr. Faraklit’i
birkaç adım öteden algılamış ve hızla açılarak dışarı çıkmasına izin vermişti.
Resepsiyondaki bayan
görevli olup biteni endişeyle izlemişti. O ise hiçbir şeye aldırış etmeyerek
ivedilikle Fildişi Kulesi ve içindekilerinden uzaklaşmayı dilemişti. Bir an
önce sahile varmak istemişti.
Gece kulübüne girdiği
anda karşılaştığı ve o andan itibaren de sürekli gözlerinin önünde beliren o
meşum sahneden -bir hayvan ve henüz çocuk yaştaki bir kızın kafes içindeki
görüntülerinden- biran önce kurtulmaya çalışmıştı.
İçten içe lanetler
yağdırmış ve küfürler savurmuştu. Sessiz bir haykırışa dönüşen düşünceleri baş
ağrısını çekilmez bir hale getirmişti: “Biz insanoğlu bunu birbirimize nasıl
reva gördük? Havyaların, bitkilerin ve diğer canlıların birbirlerine
yapamayacağı şeyi nasıl yaptık? Güzeli, çirkin olanla nasıl değiştirdik?
Mutmainliği sapkınlığa nasıl dönüştürdük?
Nasıl, nasıl, nasıl…?
Ayakları birbirine
dolanmıştı. Yalpalaya yalpalaya da olsa sonunda sahile kadar gelebilmişti.
Oksijen depolarında arıtılarak salınan temiz havayı soluması biraz daha iyi
hissetmesini sağlamıştı.
Sahilde simülatörler
hafif deniz dalgaları oluşturuyordu. Dr. Faraklit deniz dalgalarının kumsala
çarpan sesine kulak kabartmıştı. Biraz daha toparlandıktan sonra soğuk ve tuzlu
olan yapay denize doğru ilerlemişti. Ayakları suyla henüz temas etmişti ki
akşamüzeri duş alırken yaşamış olduğu titreşimi vücudunda yeniden hissetmişti.
Kendini bu kez fiziki
yapıları değişik, korkunç ama bir o kadar tanıdık gelen varlıkların yanında
görmüştü. Titreşimin oluşturduğu bu ani gidip gelmeyle gücünü kaybetmişti.
Sendeleyerek yapay denize düşmüştü. Kalkmaya çalışmak istemiş, fakat
başaramamıştı.
Soğuk ve tuzlu olan
yapay deniz suyu bedenini saran elbiselerden içeriye sızarak tenine ulaşmıştı.
Ağzından, burun deliklerinden yol bularak midesine ulaşan sular kusmasını neden
olmuştu. Kusmasıyla beraber daha çok hafiflemişti.
O an aklına çeyrek
asırdır yaşanamayan bahar ayları gelmişti. Yatak misali sırtüstü uzandığı bu
yapay denizi bahar aylarına benzetmişti. O aylarda esen rüzgârlar evlerin
perdelerini nasıl selamlıyorsa dalgaların onu o şekilde selamladığını
sanmıştı.
Yapay denizin üzerinde
bir müddet sırt üstü uzanarak hareketsiz kalmıştı. Yıpranmış atmosfer
tabakasının ardından zar sor seçilen yıldızları izlemişti. Yıldızların eski
ihtişamlı görüntülerinden neredeyse eser kalmamıştı.
Fildişi Kuleleri’ni
aydınlatan ışıklandırmaların etkisi şimdi çok daha fazlaydı. Onların devasa
projektörlerine gözlerini çeviren Dr. Faraklit, “belki yıldızlar bu
ışıklandırmalar yüzünden yok oldular!” demişti. Baş ağrısı geçmişti. Kusmuş
olması baş ağrısını dindirmişti.
Bakışlarını yeniden
gökyüzüne çeviren Dr. Faraklit, gökyüzünden göğsüne doğru süzülen bir parıltı
görmüştü. Rüya mı görüyordu yoksa gördüğü şey gerçek miydi? Emin değildi. Işık
hüzmesi o kadar güçlüydü ki projektörlerin parlaklığını dahi beyazlığıyla
örtmüştü.
Dr. Faraklit, gözlerini
açmakta zorlanmıştı. Kalp atışları hızlanmıştı. Yanardağlar lavlarını
püskürtmeden fokurdarlar. Dr. Faraklit’te yanardağların fokurdamasına benzer
çarpıntılarla kalbinin sesini işitmişti. Kalbi ona bir şeyler fısıldıyor
gibiydi. Heyecanından sıyrılmayı başardığında kalbinin onunla konuştuğundan
artık emindi.
Kalbi, "aklını
kullandın, vicdanını dinledin ve iradenle hareket ettin!" demişti.
Sanduka
Sorumlu Kişi Bedel Ödemeyi Göze Alandır.
Dr. Faraklit, kendine
gelmişti. Gözlerini açtığında gün aydınlanmıştı. Nerede olduğunu anlamak için
uzandığı yerden kalkmak istemişti. Fakat vücudunu kıpırdatamamıştı.
Göğsünün üzerine koca
bir kayanın konduğunu hissetmişti. Ayrıca genzini yakan tuzlu tatlarıyla su
yosunları nefes almasını zorlaştırıyordu. Ağzının tadını bozan bu şeyden kurtulmaya
çalışmıştı.
Uzanmış olduğundan böyle
bir durumda kesik kesik öksürmek zorunda kalmıştı. Güçlükle başını sol tarafa
doğru çevirerek boğazında birikenleri tükürmüş ve ağzının tadını bozan tuzlu su
yosunlarından kurtulmuştu. Şimdi biraz daha rahatlamıştı.
Dr. Faraklit, bir müddet
daha o şekilde uzandıktan sonra başını kaldırmaya nihayet başarmıştı.
Gözleriyle nerede olduğunu anlamaya çalışırken karşı kıyıdaki Fildişi
Kulelerini görmüştü. Nasıl olduğunu bilmeden Getto Adaları’nın batı kıyılarına
gelmişti.
Getto Adaları’nın batı
kıyısı genelde genç Abovların tercih mekânı oluyordu. İzin günlerine biraz daha
heyecan katmak maksadıyla adaların bu tarafına gelirlerdi.
Gecenin zifiri
karanlığında ayartabildikleri sandalcılarla bu tarafa geçiyorlardı. Getto Adaları’nın
güvenliğinden sorumlu Robocoplara yakalanmamak için de gün ağarmadan Demaxları
oldukları Fildişi Kulelerine geri dönüyorlardı.
Kıyının bu tarafı
oldukça sert rüzgârlara ev sahipliği yapıyordu. Bu yüzden yüzmek batı kıyısında
bir hayli güçtü. Kıyı şeridi boyunca sığ kayalıkların fazlalığı ulaşımı bir
hayli tehlikeli kılıyordu. Güvenlikten sorumlu Robocoplar bu nedenlerden
dolayı, Abovların kıyının bu tarafını geçmesine izin vermiyordu.
Dr. Faraklit buraya
nasıl geldiğini düşünmüştü. Güçlükle kaldırdığı başını kumlara bir kez daha
bırakarak cevabı aramaya koyulmuştu. Tam o an da sağ tarafında bir karartı
dikkatini çekmişti.
Gücünü toparlayarak
dizlerinin üstüne doğrulduğunda karartının bir sanduka olduğunu görmüştü. Dün
geceyi hatırlamıştı. Ona doğru gelen parlaklık gözlerinin önünde yeniden
canlanmıştı. Oysa gördüklerinin bir rüya olduğunu sanmıştı.
Rüyasında, denizin
ortasında sırt üstü uzanmış gökyüzünü izliyordu. O anda zifiri karanlığı delen
bir parlaklığın ona doğru geldiğini görmüştü. Heyecanlanmıştı. İlk defa böyle
bir olaya şahit oluyordu. Ne yapacağını şaşırıyordu.
O hengâmede dengesini
kaybediyordu. Üzerinde uzandığı suya batıyordu. Çıkmak için debelenmesine
rağmen ağzına kaçan sular onu derinlere itiyordu. Bir müddet sonra da bilincini
kaybediyordu.
Dr. Faraklit, bunları
hatırlayınca neredeyse aklını kaçıracaktı. “Böyle bir şey mümkün olabilir
miydi? Gördüklerim rüya değil miydi? Bu sanduka neyin nesiydi böyle? Peki ya
parıltı? O gerçek miydi? Yoksa gördüğüm başka bir şey miydi? Beni buraya gördüğüm
her neyse o getirmiş olabilir mi?” gibi karmakarışık sorularla bir çıkış yolu
aramaya çalışmıştı.
Hafızasını yokluyordu.
Rüya mı yoksa gerçek mi? olduğuna karar veremedikleri üzerinde sürekli
düşünmüştü. Yaşadıklarını yorumlamaya başlamıştı.
Bir süre zihnindeki
yapbozları bir araya getirmeye çalışmıştı. Ardından da bir karara varmıştı. Dün
gece yaşadıklarının gerçek olduğuna inanmıştı. Şimdi daha iyi hatırlıyordu. Ona
doğru gelen çok kuvvetli bir ışık halesiydi. Halenin kuvvetli parıltısından dolayı
sadece gözlerini kapamak zorunda kalmıştı. Dengesini kaybetmemiş ve suya
düşmemişti. Parıltının göz alıcılığı yanılsamasına sebep olmuştu. Gözlerini
kapatmasıyla suyun karanlığına çekildiğini sanmıştı. Battığını sanmasına iten
etken ise omuzlarına yüklenilen sandukanın ağırlığıydı.
Ayrıca Dr. Faraklit,
parıltının kendisiyle konuştuğunu anımsamıştı. Parıltının sandukayı omuzlarına
yüklerken, “Emanete sahip çık!” sözleri, birden Dr. Faraklit’in kulaklarında
yankılanmıştı. O ana kadar dizlerinin üstünde duran Dr. Faraklit’in
vücudunu titreme almıştı. Az ilerisinde duran sandukaya bakan Dr. Faraklit,
birbirlerine çarpan dişleriyle: “Emanet?” demişti.
Böyle bir sandukayı daha
önce hiç görmemişti. Sandukanın üzerinde ne anlama geldiğini bilmediği bazı
semboller vardı. Sembollere kafa yormak yerine direk sandukanın içine bakmak
istemişti İçinde ne olduğunu merak ediyordu.
Sandukanın üst kısmında
oval bir kapak duruyordu. Oval kapağı yukarı doğru çekerek sandukayı
açabileceğini düşünmüştü. Oval kapağın açılmasına mani olabilecek kilit veya
şifreleme sistemine benzer bir şey yoktu. Fakat buna rağmen oval kapağı
açamamıştı.
Dr. Faraklit, kapağı
açmak için epey uğraşmıştı. Birçok defa denemesine rağmen başarısız olmuştu.
Başarısızlıkla neticelenen her denemesi kendisini asabileştirmişti. Sonunda,
“bu da ne şimdi?!” diyerek sandukayı ileriye itmişti.
Buna rağmen parıltının
“emanete sahip çık!” nidası aklından çıkmıyordu. Hırsla yerinden kalkarak bir
sağa bir sola doğru yürümeye başlamıştı. Bu yürüyüşler esnasında sandukanın
yanından geçmiş ve gözlerini sandukadan alamamıştı.
"Parıltının onunla
konuşması, sandukayı omuzlarına yüklemesi, emanete sahip çık! demesi ve
gözlerini kıyının bu tarafında açması… Her şey gerçekti. Peki, ama bütün
bunların anlamı neydi? Neden böyle bir şey başına gelmişti?” Cevapsız sorular
adeta beynini kemiriyordu.
Az ilerisinde dalları
yere değecek kadar sarkmış olan bir palmiye ağacını görmüştü. Palmiye ağacının
dibine gidip oturarak sakinleşmesinin kendisine iyi geleceğini düşünmüştü.
Palmiye ağacının gölgesi
kıyının doğu tarafına doğru dönmüştü. Demek oluyordu ki gün yarılanmış ve gün
dönümü artık yavaş yavaş başlıyordu.
Dün geceden beri Dr.
Faraklit’in ağzından bir lokma dahi geçmemişti. Midesinin açlığı iyiden iyiye
kendini belli etmiş ve beynine uyarı sinyalleri yollamıştı. O ise her ne olursa
olsun dayanacağına ve bu bilmeceyi çözmeden buradan ayrılmayacağına beynini
ikna ediyordu. Acıkan midesinin gönderdiği sinyallere karşı beynini bu
düşüncelerle besliyordu.
Acıkan karnını doyurmak
istese bile kıyının bu tarafında yemek için bir şeyler bulması imkânsızdı.
Fildişi Kuleleri’nin bulunduğu karşı kıyıya geçmek istese bile bunun için bir
sandal bulması gerekiyordu. Bu şartlar altında beynini, açlığa mahkûm olması
gerektiğine şartlandırarak sandukaya bir daha bakmıştı.
Güneş ışınları
savunmasız bir halde kumların üzerinde duran sandukanın ahşap tahtalarına
yansıyordu. O şekilde sandukaya bakan Dr. Faraklit’in dikkatini yeniden
sandukanın üzerinde bulunan semboller çekmişti. İlk anda yakından baktığında ne
olduklarını tam olarak çözememişti. Ama şimdi uzaktan baktığında semboller
zihninde bazı anlamlar çağrıştırmıştı.
Heyecanlanmıştı.
Sıçrayarak ayağa kalkmıştı. Çünkü sembollerin neye benzediğini çözmüştü.
Birinci sembol bir buğday başağıydı.
İkinci sembol ise
yaprakları şiddetli bir rüzgârda yana doğru savrulan bir ağaçtı. Dr. Faraklit,
koşarak sandukanın yanına gelmişti. Sandukayı tutarak kendine doğru çekmek
istemişti. Fakat sanduka sıcaktan alev topuna döndüğünden ellerini hızla
sandukadan çekmek zorunda kalmıştı.
Üzerindeki t-short’ü
çıkararak onunla sandukayı sarmış ve sandukanın kenarlarından tutarak palmiye
ağcının altına getirmişti. Yanına oturduğu sandukanın etrafına doladığı
t-short’ünü hızla çekip kaldırmıştı. Akabinde küçüklüğüyle ağırlığı arasında
tenakuz oluşturan sandukanın üzerindeki sembollerden anlamlar çıkarmaya
başlamıştı.
Dr. Faraklit, “bunlar
buğday başağıyla yaprakları yana savrulan bir ağaç…” demişti. O anda sandukanın
ışıldadığını görmüştü. Şifrenin bu kadar basit olacağını düşünmemişti.
Hızla sandukanın oval
kapağını açmayı denemişti. Ama kapak açılmamıştı. Aynı cümleyi tekrarlayınca
sanduka bir kez daha ışıldamış ve Dr. Faraklit’te yeniden kapağı açmaya
çalışmıştı. Ama yine bir sonuç elde edememişti. Birçok defa aynı sonuçla karşılaşan
Dr. Faraklit, şifrenin düşündüğü gibi basit olmadığına kanaat getirmişti.
Şifre
Hiçbir Çaba Karşılıksız Kalmaz.
Güneş, çeyizini toplayan
gelin misali baba evinden ayrılmaya hazırlanıyordu. Karşı kıyıdaki Fildişi
Kulelerinin projektörlerinden yayılan ışıklar hafif hafif belirmeye başlamıştı.
Akşam olmak üzereydi.
Dr. Faraklit, yerden
topladığı birkaç taşı kemeriyle karnına bağlayarak acıkan midesini
dizginleyebilmişti. Gece karanlığı çökmeden sembollerin anlamlarını artık
çözmek istiyordu.
Sembolleri çözdükten
sonra şansı yaver giderse eğer gençlerden bazıları eğlenmek için kıyının bu
yakasına gelebilirlerdi. O da bir yolunu bulup onlarla geri dönebilirdi. Ama
öncelikli işinin sembollerin anlamlarını çözmek olduğunu biliyordu.
Bu yüzden saatlerce
“buğday başağı ve yaprakları yana doğru savrulan ağaç” sembollerinin anlamları
üzerinde durmuştu. Sembollerin anlamlarının sandukanın şifresi olduğundan şüphe
etmiyordu.
Akşam karanlığı
kendisini göstermeye başlamıştı. Dr. Faraklit, midesinin açlığını karnına
bağladığı taşlarla biraz olsa bastırabilmişti. Lakin beyni bitmiş vaziyetteydi.
Sembollerinin anlamlarını bulmanın bir yolunun olduğunu biliyordu. “Ama o yol
neydi?”
Bu soru aklında yeni bir
fikrin doğmasını sağlamıştı. “Her iki sembolle uğraşmak yerine neden tek bir
sembole yoğunlaşmıyorum ki?” demişti. Bu metodun, işini çok daha
kolaylaştıracağını düşünmüştü. Ki bu fikrin üzerinden fazla zaman geçmemişti ki
haklı çıkmıştı.
İlk olarak “buğdaya
başağı” sembolüne odaklanmıştı. Ne anlama geleceği üzerinde kafa yormuştu.
Zihninde “buğday başağı” sembolü bazı çağrışımlar meydana getirmişti ki büyük
bir sevinçle “buğday başağı!” demişti. Ardından ”evet ya, bunu daha önce nasıl
düşünmedim?!” tepkisinde bulunmuştu.
Fakat iç dünyasıyla
tartışmanın ne yeri ne de zamanı olmadığının farkında olan Dr. Faraklit; hızla
yeniden “buğday başağı” sembolünün anlamına dönmüştü.
Dr. Faraklit, kadim
kültürlerin depolandığı Matrix’te sörf yaptığı bir sırada “buğday başağı”
sembolüyle karşılaşmıştı. O bilgilere göre “buğday başağı”: toprağı,
yaratılışı, yaşamı ifade ediyordu.
Dr. Faraklit, “buğday
başağı” sembolünün bu ifadelerinden yola çıkarak ivedilikle ikinci sembol
arasında bağ kurmaya çalışmıştı. Bir netice elde edemeyince “yaprakları yana
doğru savrulan bir ağaç” sembolünü tek başına çözmeye koyulmuştu.
“Buğday başağı”
sembolünün anlamlarını unutmamak için işaret parmağıyla hemen altındaki kumlara
“toprak, yaratılış, yaşam” yazmıştı.
“Yaprakları yana doğru
savrulan ağaç sembolünün ne anlamı olabilir ki?”
Dr. Faraklit, hafızasını
yoklamış fakat bir şeyler bulamamıştı. Ağacın tek başına ömür, ebedilik, hayat,
bolluk, gelişme gibi birçok anlamlara geldiğini biliyordu. Ama bütün olarak
“yaprakları yana savrulmuş bir ağaç” sembolünün anlamını bir türlü çözemiyordu.
Başını sandukadan
kaldırdığında hava iyice kararmıştı. Simülatörlerin oluşturduğu deniz
dalgalarının esintisi kararan havaya yumuşaklık katıyordu.
Dr. Faraklit, tuzlu
suyun etkisiyle kabarmış saçlarını elleriyle geriye doğru düzeltmek istemişti.
Parmaklarının arasına alarak düzeltmek istediği saçlarına istediği şekli
veremeyince, bu defa saçlarını sıkıca avuçlayıp arkaya çekmişti. Tam bu esnada
yüzü ister istemez yukarıya kalkmış ve gözlerine palmiye ağacının yaprakları
takılmıştı.
Palmiye ağacının
yaprakları esen rüzgâr ile hışırtılar çıkarak yanlara doğru sallanıyordu.
Dr. Faraklit, “buğday başağı” sembolünün anlamlarını bulduğu esnadaki heyecanın
aynısına kapılarak,“doğru ya, rüzgâr!” demişti. “Sembol, rüzgârı ifade ediyor”
diyerek düşüncesini pekiştirmişti.
Zor olan kısmı
atlattığını düşünmüştü. Rüzgârın esinti, ilham, nefes gibi anlamları vardı.
Aklına gelen bu sözcükleri de hızla kumlara yazmıştı. Şimdi önünde “bu
sözcüklerin toprak, yaratılış ve yaşam gibi sözcüklerle ne gibi bir bağ vardı?
sorusunu cevaplamak duruyordu.
Dr. Faraklit, kumlara
yazdığı sözcüklere bakarak “iki sembol olduğuna göre iki bilinmezli bir şifre
olmalı. Sembollerden elde ettiğim sonuçlara bakılırsa anlaşılan kelimeler
arasında bir denklem kurmam gerekiyor.”
Sesli olarak ifade
ettiği bu düşünceler oldukça mantıklı gelmişti. Ve hemen kelimeler
arasında denklem kurmaya başlamıştı.
Toprak, yaratılış ve
yaşam sözcüklerinin karşısına rüzgârın ihtiva ettiği anlamları yazmıştı.
Ardından her iki sembolünün anlamları arasında paralellikler kurmuştu: Toprağın
rüzgârı… Rüzgârlı yaşam… Yaratılış esintisi… Toprağın nefesi… Yaratılış nefesi…
Yaşamın rüzgârı…
Dr. Faraklit, sözcükler
arasında kurmuş olduğu her bağ sonrası sandukaya bakıyordu. Denemiş olduğu
eşleştirmelerin hiçbiri sandukada herhangi bir değişiklik meydana getirmemişti.
“Acaba sembollerden çıkardığım anlamlar doğru değil mi?” sorusunu sormuştu.
“Yoksa işe başlarken sembolleri bu şekilde değerlendirmekle mi yanlış yaptım?”
sorusu hemen arkasından gelmişti.
Aklını sıyırmanın bir
kez daha eşiğine geldiğini düşünüyordu. “Bunca zahmete değecek bir şeylerin
olması artık gerek! Sandukanın kapağını açacak bir olay… Bir kasırga… Bir
yıldırım… Herhangi bir şey…” siteminde bulunmuştu.
Dr. Faraklit, umudunu
kaybetmek istemiyordu. Son bir gayretle kumlara yazılan sözcükler arasında bir
bağ kurmaya yeniden başlamıştı. Fakat bu kez motamot kumlara yazdığı sözcükleri
eşleştirmiyor; sözcülerin önüne ve arkasına eklemelerde bulunuyor; ya da aklına
gelen farklı kelimeler telaffuz ediyordu:
“Buğday ve rüzgâr…
Matrix… Kadim kitaplar… Efsunlu sözler… Semboller ve figürler… Yaratılış…
Yaratan… Toprak… Rüzgâr… Esinti… Kasırga… İlham… Nefes… Yaratan… Yaratılan
Nefes!”
Dr. Faraklit, aklına
gelen bu sözcükleri söylerken aynı zamanda sandukaya bakmaya devam etmişti.
Yine değişen bir şey olmamıştı. İnatla kelimeler üzerinde oynayarak çabasını
sürdürmüştü. Ta ki, “Yaratanın Nefesiyle” diyene kadar!
“Yaratanın nefesiyle”
demesinin ardından sandukadan tık diye bir ses gelmişti. Sanduka açılmıştı.
Dr. Faraklit’in kalp
atışları aniden hızlanmıştı. Kalp atışlarını rahat bir şekilde duyabiliyordu.
Göğsü bir inip çıkıyordu. Gözlerinin bebeği büyümüştü. Alnında boncuk boncuk
ter damlası oluşmuştu.
Elinin tersiyle alnında
biriken teri silen Dr. Faraklit, sandukanın kapağını yukarı doğru kaldırmıştı.
Kapağın uzun süredir açılmadığı çıkardığı sesten belli oluyordu.
Sandalcı Nevfel
İnsan, İnsana Muhtaçtır.
Gecenin sessizliğini
bozan kıyıya doğru yanaşan bir sandal olmuştu. İçinde belli ki kaçamak yapan
gençler vardı. Genelde kıyının bu tarafında sert olan rüzgâr bu akşam hafif
esiyordu. Hava açıktı. Sandalcılar bu gibi havaları severdi. Çünkü işleri bu
havalarda daha kolay oluyordu. Kıyıya dik uzanan ve girintileri fazla olan
kayaları rahat görebildiklerinden onlara çarpmadan menzillerine
ulaşabiliyorlardı.
Sandal, ağır ağır kıyıya
doğru yanaşıyordu. Sandaldaki gençler sandalın kıyıya yanaşmasını beklemeden
aşağıya atlamışlardı. Suyun derinliği dizlerine kadar varıyordu. Paçalarının
ıslanmasına aldırmadan “kıyıya ilk kim varacak?” diye yarışa tutuşmuşlardı.
Kıyıya kim varıyorsa sıcaklığını koruyan kumların üzerine hemen kendini
atmıştı. Sandalcılar gençlerin bu davranışlarına alışkındı. Onlar daha çok
hesaplarına bakıyor ve gençleri uyarma zahmetinde bulunmuyorlardı. Zararları
kendilerine dokunmuyorsa eğer kimi taşkınlıklarına dahi itiraz etmiyorlardı.
Abovlu gençler,
gündüzden kalma ısısını koruyan kumlarda yan yana uzanmıştı. Yolculuklarının
yorgunluğunu bu şekilde atmaya çalışıyorlardı. Sandalcı Nevfel, sandalı kıyıya
yanaştırmıştı. Ardından sandaldaki içecek ve yiyecekleri gençlerin yanına
bırakmış ve yanlarından uzaklaşmıştı. Bir müddet daha kumlarda uzanan gençler
teker teker kalkmaya başlamıştı. Acıkan karınlarını doyurmak ve bir güzel
eğlenmek için hazırlık yapmaya koyulmuşlardı.
Kıyının bu tarafı
yüzmeye elverişli değildi. Sudaki çakıl taşları oldukça sivri ve bir hayli
fazlaydı. Suyun derinliği ani olarak yükselip ve alçalıyordu. Sığ kayalıklar
yoğunluktaydı. Şiddetli esen rüzgâr nadiren olmuyordu. O yüzden kıyının bu
tarafı, genç Abovluların genelde eğlenmek maksadıyla tercih ettikleri bir mekân
oluyordu.
Gençler bir yandan
yemeklerini hazırlarken diğer yandan aralarında şakalaşıyordu. Muhabbetleri
gittikçe koyu bir renge bürünüyordu. Dr. Faraklit ise gün boyu oturduğu palmiye
ağacının altında duruyordu. Sandalın gelişini buradan görmüştü. İki sevinci bir
arada yaşamıştı. Sandukayı açmayı başarabilmişti. Akabinde karşıya geçebileceği
bir sandalın kıyıya yanaştığını görmüştü.
Dr. Faraklit, gençlerin
eğlencesinin bitmeden onlara yetişmesi gerektiğinin farkındaydı. Bu yüzden
hızla sandukayı açmış ve içinde ne olduğuna bakmıştı. Sandukanın içinden çıkan
bir tomar kâğıttan başka bir şey olmamıştı. Gecenin karanlığında elleriyle
sandukanın içini iyice yoklamıştı. Fakat kâğıtların dışında herhangi bir şeye
rastlamamıştı. O anda kâğıtları okumaya çalışmış olmasına rağmen gecenin
karanlığı bunu engellemişti. Ayrıca fazla vaktinin olmadığını biliyordu. Karşı
kıyıya geçebilecek sandala yetişmesi gerekiyordu.
Dr. Faraklit, ellerinde
tuttuğu kâğıtları düzgün bir şekilde katlamıştı. Hepsini pantolonun cebine koymuştu.
“Peki ama sandukayı ne yapacağım?” Bu soruyu sesli sormuştu.
O anda arkadan bir ses
“onu buraya gömmelisin” demişti. Dr. Faraklit, aniden irkilerek büyük bir
korkuya kapılmış ve hızla arkasına dönüp bakmıştı. Hafif kırlaşmış saçları ve
uzamış sakallarıyla sandalcı Nevfel ona bakıyordu. Üzerindeki korkuyu atarak
oturduğu yerden bir çırpıda ayağa kalkmış ve sandalcı Nevfel’in karşısına
dikilmişti. Dr. Faraklit, tanımadığı bu yabancıya “Sen de kimsin?” diye
sormuştu. Sakinliğini koruyan sandalcı Nevfel, “Tedirgin olmanı gerektirecek
bir şey yok. Ben sandalcıyım. Şu kıyıda eğleşen gençleri buraya getirmiştim.
Sandalı bağlayarak, gençlerin azıklarını yanlarına bırakmış ve biraz dolaşmak
istedim. Sonra seni gördüm. Bir adamın yalnız başına burada ne yaptığını ettim.
Belki de yardıma ihtiyacı var diyerek buraya geldim.”
Dr. Faraklit, sandalcı
Nevfel’den bu cümleleri işitince rahatlamıştı. Gençlerin kendilerini fark
etmemeleri için oturmasını rica etmişti. Sandalcı Nevfel bu ricayı kırmamıştı.
Dr. Faraklit’in yanına gelmiş ve palmiye ağacının altında beraber oturmuşlardı.
Ayın cılız ışığı Dr.
Faraklit’in yüzüne vuruyordu. Sandalcı Nevfel, Dr. Faraklit’in yüzünü şimdi
biraz daha iyi görebiliyordu. Yüzünü görür görmez de ürpermişti. Dr.
Faraklit’in yüzündeki ifade bitkinliği adeta haykırıyordu. Gözlerinin feri
sönmüştü. Yanakları içe kaçmış ve dudakları morarmıştı. Bunun üzerine sandalcı
Nevfel dayanamayıp “ne kadar süredir buradasın?” diye sormuştu. Konuşmakta güç
çeken Dr. Faraklit, “Dün geceden beri buradayım ve açlıktan tükenmek üzereyim”
demişti. Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra utanarak sandalcı Nevfel’e
“Yanında yiyecek bir şeyler var mı?” diye sormuştu.
Sandalcı Nevfel, Dr.
Faraklit’in bu sorusuna karşılık tek bir söz bile etmeden hemen sırt çantasını
indirmişti. İçinden yiyecek bir şeyler çıkartmış ve hepsini Dr. Faraklit’in
önüne bırakmıştı. Çantasının kenarındaki bölmeden aldığı su şişesini de ona
doğru uzatarak içmesini söylemişti.
Dr. Faraklit’in yüzünün
rengi içtiği suyun ve yediklerinin etkisiyle değişmişti. Biraz
toparlanabilmişti. Kalp atışı dengelenmişti. Nefes alışı normalleşmişti. İyice kendine
geldikten sonra sandalcı Nevfel’e teşekkür etmişti. O sırada sandalcı Nevfel,
sandukaya bakıyordu. Dr. Faraklit’in teşekkür etmesiyle gözlerini bir tülü
kaçıramadığı sandukadan çevirerek Dr. Faraklit’e bakmış ve “teşekkür etmene
gerek yok. Kim olsa aynı şeyi yapardı” demiş ve yeniden sandukaya bakmıştı.
Sandalcı Nevfel’in sandukaya bakmaya devam ettiğini gören Dr. Faraklit,
konuşmaya devam ederek “açıkçası herkesin aynı şeyi yapacağından pek emin
değilim!” demişti. Bu cümleyle neyi kast ettiğini anlayan sandalcı Nevfel,
tekrar Dr. Faraklit’e gözlerini çevirerek gülümsemişti.
Sandalcı Nevfel, Dr.
Faraklit’in neden burada olduğunu dair bir tahmini vardı. Ama tahmininde emin
olmadığından “Burada yalnız başına ne yaptığını bana anlatacak mısın?” diye
sormuştu. Dr. Faraklit, yeni tanıştığı muhatabına içi ısınmıştı. Davranışları
ve konuşmalarıyla kendisini etkileyen bu adama karşı güven duymuştu. Bugün
olmasa bile yarın bütün bu yaşadıklarını birilerine elbet anlatacaktı. Yoksa
içi içini yiyecekti. Zaten ikide bir gözlerini sandukadan ayırmayan sandalcı
Nevfel’a başından geçenleri anlatmaktan da başka çare yoktu. Anlatacaklarıyla
hem biraz rahatlamış hem muhatabının merakını gidermiş olacaktı.
Dr. Faraklit, Getto
Adaları’na gelişinden itibaren başlayarak her şeyi olduğu gibi anlatmıştı:
Odasına yerleşmesini, duş aldığı anda soğuk suyun bedeninde oluşturduğu
anormalliği, gece kulübüne girişini ve oradan aniden çıkışını, sahile koşar
adımlarla varışını, kusmasını, parıltıyı, sandukayı… Her şeyi ama her şeyi
anlatmıştı.
Sandalcı Nevfel, ara ara
kıyıdaki gençlere bakmayı ihmal etmeyerek, Dr. Faraklit’i can kulağıyla
dinlemişti. Dr. Faraklit, başından geçenleri anlattıktan sonra susmuştu.
Anlatılanları dinleyen sandalcı Nevfel, “demek ki rivayetler doğruymuş”
demişti. Dr. Faraklit, sandalcı Nevfel’in ne demek istediğini anlamamıştı.
Şaşkınlığını gizleyemeyerek “rivayetler mi? diye sormuştu.
Sandalcı Nevfel,
söylediğini pekiştirmek istercesine “evet, rivayetler” demişti. Ardından,
anlatmanın şimdi uzun süreceğini ve kıyıdaki gençleri işaret ederek buna pek
vakitlerinin olmadığını… Karşıya geçtikleri vakit uygun bir zamanda her şeyi
anlatacağını ama şuan yapmaları gereken ilk işin sandukayı saklamak olduğunu
belirtmişti.
Sandukayı
saklayabilecekleri en uygun yerin kıyının tersi istikametinde bulunan Arrival
Tepesi’nin olacağını kararlaştırmışlardı. Eğlenmek amacıyla bu yakaya gelen
gençlerde daha çok kıyıda vakit geçiriyorlardı. Bu yüzden o güne kadar Arrival
Tepesine çıkan olmamıştı.
Daha fazla zaman
kaybetmeden oturdukları palmiye ağacının altından ayağa kalkarak tepeye
tırmanmışlardı. Yamaçtaki çalılıkları gizlenmeleri için kendilerine siper
ederek tepenin orta kısmına gelmişlerdi. Önlerine kocaman bir kaya parçası
çıkmıştı. Her ne kadar cılız bile olsa berrak gecede önlerini aydınlatan ay
ışığıyla kayanın dip kısmındaki oyuğu görmüşlerdi. Aradıkları zaten böyle bir
yerdi. Kayanın oyuk bölümünü elleriyle biraz daha eşeledikten sonra sandukayı
orayı gömmüşlerdi. Üstüne toprak atıp belli olmayacak şekilde çalı çırpıyla
örttükten sonra kıyıya doğru yamaçtan inmeye başlamışlardı.
Kıyıda eğlenen gençler,
sandalcı Nevfel’in yanında biriyle geldiğini görünce bir hayli korkmuşlardı.
Hatta bazıları oldukları yerden hızla kalkarak sandala koşmuştu. Gecenin
karanlığından yüzü seçilemeyen yabancının robocoplardan biri olduğunu
sanmışlardı. Sandalcı Nevfel’in yakalandığını ve sıranın kendilerine geldiğini
düşünmüşlerdi.
Sandalcı Nevfel ile Dr.
Faraklit, gençlerin telaş içindeki koşturmalarını epey uzak olmalarına rağmen
görebiliyorlardı. Onların bu halini tebessüm ederek izlemişlerdi. Sandalcı
Nevfel, korkularını daha fazla uzatmamak için kendilerine seslenmişti.
“Korkulacak bir durum yok. Yanımdaki bir robocop değil.” diyerek
sakinleşmelerini istemişti.
Heyecan, korku, telaş
gibi karmakarışık duygulara sahip gençler derin bir nefes almışlardı.
Sırtlarından ağır bir yük kalkmışçasına rahatlamışlardı. Oldukları yerde ayakta
durarak ikilinin yaklaşmasını beklemişlerdi.
Dr. Faraklit ile
sandalcı Nevfel yanan ateşin başına gelip oturarak bağdaş kurmuşlardı. Gençler,
bir müddet daha ayakta beklemişlerdi. Korkulacak bir durum olmadığından iyice
emin olduktan sonra, Dr. Faraklit’e meraklı bakışlarını çevirmiş ve ağır
adımlarla gelerek ikilinin yanına oturmuşlardı.
Sandalcı Nevfel,
gençlerin aklından ne geçtiğini biliyordu. Merakların gidermek için konuşmaya
başlamıştı. Öncelikle Dr. Faraklit ile gençleri tanıştırmıştı. Akabinde burada
neden bulunduğunu bizzat Dr. Faraklit’ten dinlediğini ve bu konuda soru
sormamaları halinde kendilerine minnettar kalacaklarını ifade etmişti. Ona
güvenmelerini ve bütün sorumluluğu üzerine aldığını üstüne basa basa
söylemişti. Gençlerin sessiz kalmasından istifade eden sandalcı Nevfel, dönüşte
Dr. Faraklit’in de mecburen kendileriyle geleceğini kararlı bir ses tonuyla
belirtip gençlerin tepkisini beklemeye başlamıştı.
Abovlu gençler
sessizliklerini korumaya devam etmişlerdi. Hepsi, kıyının bu tarafına gelmekle
suç işlediklerinin bilincindeydi. Sandalcı Nevfel, güven verici açıklamalarının
yanında bu yabancının bütün sorumluluğunun kendisine ait olduğunu söylemişti.
Bütün bunları düşünen gençler ağız birliği etmişçesine konuyu irdelememe kararı
almışlardı.
Karşılarına çıkan bu
davetsiz misafirden dolayı gençlerinin ağızlarının tadı kaçmıştı. Oldukça
sıkılmış ve bir anca geri dönmek istemişlerdi. Oturdukların yerden hızla
kalkarak toparlanmaya başlamışlardı. Dr. Faraklit ile alakalı malumat sahibi
olamamanın huzursuzluğunda yola çıkmak üzere hazırlanmışlardı.
Hava açıklığını
koruyordu. Rüzgârın hafif efiltisi sandaldakilerin saçını okşuyordu. Sığ
kayalıklar, usta sandalcı Nevfel tarafından kolayca atlatılmıştı. Karşı kıyıdan
epey uzaklaşılmış ve yaklaşık 200 pedallık bir mesafe kat edilmişti. Fildişi
Kulelerinin olduğu kıyıya ise 100 pedallık mesafeleri kalmıştı.
Simülatörlerin kontrol
ettiği alana girmişlerdi. Sandal dalgalı deniz üzerinde yaylı bir döşek gibi
alçalıp yükseliyordu. Gençlerin çoğu uykuya dalmıştı.
Dr. Faraklit’in
gözlerinden de uyku akıyordu. Fakat açlıktan dolayı midesinin çıkardığı sesler
göz kapaklarını her kapattığında yeniden açtırıyordu.
Sandalcı Nevfel, kıyıya
yaklaştıkça daha dikkatli olmuştu. Robocoplara yakalanmamak için bir taraftan
sandalı kullanırken diğer yandan çevreyi gözetliyordu. Ara bir de kıstığı
gözleriyle Dr. Faraklit’i süzüyordu. Dr. Faraklit’in durumunun iyi olmadığı her
halinden belli oluyordu. Acilen bir şeyler yemesi ve dinlemesi gerekiyordu.
Bunu bilen Sandalcı
Nevfel, kızıl ötesi dürbünüyle çevreyi son kez kontrol etmişti. Yanaşacakları
bölgede kimsenin olmadığını görmüştü. Kürek mekanizmalarını itekleyen düzeneğe
hızla biraz daha linyit potasyum eklemişti. Linyit potasyum sandalların daha
hızlı ilerlemesi için kuvvetli enerji akışını sağlıyordu.
Enerjinin verdiği
tepkimeyle aniden hızlanan sandal aynı zamanda gençlerin uyanmasına neden
olmuştu. Sandalcı Nevfel, “Biraz hızlanmamız gerekiyordu.” Gülümseyerek, “Hem
uyanmanızda iyi oldu. Kıyıya varmak üzereyiz. Toparlansanız iyi olur” demişti.
Sandalcı Nevfel, bunları
söyleyerek, hızlanmalarının nedenine dair gençlerin kuşkulanmasına mahal
vermemeye çalışmış ve başarılı olmuştu. Sandal nihayet kıyıya yanaşmıştı.
Sandaldan bir bir inen gençler hızla Sandalcı Nevfel’in ücretini ödemiş ve gecenin
karanlığına dalmışlardı. Robocoplara yakalanmadan Fildişi Kuleleri’ndeki
dairelerinin yolunu tutmuşlardı.
Gençlerin ardından Dr.
Faraklit’te ağır ağır sandaldan inmeye çalışmış ve aynı zamanda her şey için
sandalcı Nevfel’e teşekkür etmişti. En kısa sürede görüşebilme temennileriyle
beraber zor da olsa kıyıya adımını atmıştı. Durumu hiç iyi gözükmüyordu. Ayakta
duracak mecali kalmamıştı. Açlığı, yorgunluğu ve uykusuzluğu yeniden belirgin
bir hale gelmişti. Sandalcı Nevfel’in karşı kıyıda verdiği yiyeceklerin dışında
midesine tam bir gün dönümüdür bir şey girmemişti.
Dr. Faraklit, yeniden
her şey için teşekkür ederek vedalaşmak için elini uzatmıştı. Fakat bu esnada
sandalcı Nevfel onu kolundan çekerek, “bu şekilde seni asla bırakamam” demişti.
Kendisini bırakması için ısrar etse de, sandalcı Nevfel onu bırakmamış ve
zorlanmasına rağmen sandala yeninde bindirebilmişti. Hemen ardından o da
sandala binmiş ve sandalın yönünü Getto Adaları’ndaki Marina Kentine
döndürmüştü.
Görev
Hakikat Yürekte Bir Sızıdır.
Dr. Faraklit, yüksek bir
dağın zirvesinde bulanan oldukça derin bir mağaranın ağzına sırtının vererek
öylece duruyordu. Önünde uzanan uçsuz bucaksız bir manzarayı izliyordu. Ucu
bucağını görmediği manzara süslerini takınmış ve bütün cömertliğiyle muhteşem
güzelliğini kendisine sergiliyordu. Bütün bir yeryüzü ayaklarının altına
serilmiş gibiydi. Yaşadığı gezegende böylesine bir manzaraya ilk defa şahit
olmuştu. Yeşil, mavi, sarı… Bütün renklerin tonları hepsi bir araya gelmişti.
Hayranlıkla manzaraya bakıyordu. O sırada arkasından “Faraklit!” diye kendisine
seslenen bir kadın sesi işitmişti. Hızla sesin geldiği yöne dönmüştü. Tam o an da
alev toplarını andıran bir çift ela göz döne döne gelip göğsünün sol üst
köşesine oturmuştu. Kucağında bebeği olduğu halde bu ela gözlerin sahibinin sağ
elini ona doğru uzattığını görmüştü. Uzatılan bu ele doğru yürümüştü ki
uykusundan uyanmıştı.
Dışarıda cıvıldayan kuş
sesleri eşliğinde gözlerini açmıştı. Hala gördüğü rüyanın etkisi altındaydı.
Uzandığı yerden bir müddet üzerindeki tavanı izleyen Dr. Faraklit, nerede
olduğunu anlamaya çalışmıştı. Yattığı yataktan doğrularak buraya nasıl
geldiğini düşünmeye başlamıştı. Zihni yavaş yavaş toparlanıyordu. Sandukayı
hatırlamış ve ceplerine bakmıştı. Sayfalar ceplerinde duruyordu. Çıkarıp
kontrol etmek istemiş fakat bundan vazgeçmişti.
“Sandalcı Nevfel”
demişti. Onu buraya o getirmiş olmalıydı. Öyleyse o da buralarda olmalıydı.
Bir süre daha yatağın
üzerinde oturur vaziyette durmuştu. Uykusunu almıştı. Yorgunluğundan eser
kalmamış ve midesinin artık guruldamadığını fark etmişti. Hatırlayamasa da
demek ki sandalcı Nevfel uyumadan önce ona bir şeyler yedirmişti.
Karşılaşmalarının daha ilk dakikasından itibaren ona duyduğu güvenin boşuna
olmadığına sevinmişti.
Sandalcı Nevfel’in
“demek ki rivayetler doğruymuş” cümlesini hatırlamıştı. Dr. Faraklit,
hatırladığı bu söz üzerine “O zaman sanduka hakkında da bazı bilgilere sahip”
demişti. Ardından da “Peki ama sayfalardan haberi var mı?” sorusunu
sormuştu.
İşte bunu bilmiyordu.
Görmemiş olmasını umut ediyordu. Her nedense içinden bir ses, sandalcı Nevfel’e
sayfalardan bahsetmesinin henüz erken olduğunu söylüyordu. Bu düşüncelerle
üzerinde oturduğu yataktan kalkmak üzereydi ki odanın kapısı çalınmıştı.
Sandalcı Nevfel, Dr.
Faraklit’in “girebilirsiniz” demesiyle kapıyı açmış ve “Kahvaltı hazır. Seni
bekliyorum.” demişti. Dr. Faraklit ise “kahvaltıdan önce eğer mümkünse bir duş
almalıyım. Bana banyonun yolunu göstermen daha iyi olacak” ricasında
bulunmuştu.
İki gündür üzerindeki
aynı kıyafetlerle kötü kokuyordu. Elbiselerini değiştirmek gibi bir imkâna
sahip değildi. Ama iyi bir duşun kendisini daha iyi hissettireceğinden de şüphe
etmiyordu.
Sandalcı Nevfel, Dr.
Faraklit’in bu ricasını kırmayarak hemen banyoyu hazırlamıştı. Ardından
kirişten seslenerek banyonun hazır olduğunu söylemişti. Dr. Faraklit odadan
çıktıktan sonra ona banyoya kadar eşlik etmişti.
Sandalcı Nevfel,
banyonun kapısını kapadıktan sonra bahçeye çıkmıştı. Verandanın üstünde
hazırlanmış kahvaltı masasının yanında duran koltuklardan birini çekerek
oturmuştu.
Dr. Faraklit, banyodaki
duş kabinine doğru bu kez ürkerek ilerliyordu. Fildişi Kulesi’ndeki odasında
yaşadıklarının bir benzerini bir kez daha yaşamaktan çekiniyordu. Elbiselerini
çıkarmış ve bu hissiyatla duş ahizesinin altına girmişti. Duş ahizesinin altına
girmesiyle otomatlar devreye girmiş ve tazyikli su bütün bedenini ıslatmıştı.
Fakat bu kez korktuğu olmamıştı. Vücudunda herhangi bir titreşim
gerçekleşmemişti. Kendisini o an da farklı bir yerde görmemişti.
Duşunu alan Dr.
Faraklit, banyonun lavabosuna çırptığı elbiselerini giyinerek bahçeye çıkmıştı.
Kendini şimdi daha iyi hissediyordu. Hava açıktı. Güneş ısısını göstermeye
başlamıştı. Üzerinde durduğu verandadan görülebilen deniz, atlas misali
sonsuzluğa yayılıyordu. Kurulu bir düzenekle çalışan alaycı kuşların
cıvıltıları bahçeye doluyordu.
Sandalcı Nevfel’in sırtı
bahçe kapsına dönüktü. Dr. Faraklit’in geldiğini hala görmemişti. Kendisi
o an daha çok Dr. Faraklit’e anlatacaklarını düşünüyordu. Fakat nereden ve
nasıl başlayacağını bir türlü bilmiyordu.
Sandalcı Nevfel,
Moriskoların yaşayan son temsilcisiydi. Moriskolar, sahip oldukları bilgileri
kuşaktan kuşağa yazılı olarak aktarmak yerine sözlü olarak rivayet ederlerdi.
Dün gece Dr. Faraklit’in anlattıklarını dinledikten sonra “demek ki rivayetler
doğruymuş” demesinin sebebi de buydu.
Rivayetlere göre “Mukaddes
Sayfaları” içinde barındıran sanduka kaybolmuştu. “Mukaddes Sayfalarda”
insanoğlunun birlikte barış içinde nasıl yaşayacağını anlatan öğretiler
yazılıyordu. Fakat bir gün o sanduka biri tarafından bulunacaktı. Bulan kişi de
insanoğlunun geleceğini belirleyecekti. İnsanoğlu eğer sandukayı bulan o kişiye
inanırsa onun rehberliğinde güzel günlere kavuşacaktı. İnanmadıkları takdirde
ise kendi elleriyle sonlarını hazırlayacaktı.
“O kişi demek Faraklit!”
Sandalcı Nevfel, bu son
cümleyi sesli söylemişti. Sundurmanın altından geçerek kahvaltı masasın
yaklaşan Dr. Faraklit, Sandalcı Nevfel’in ne dediğini duymuştu. Fakat o an
herhangi bir şey bir şey söylemeyerek karşıda duran koltuğa giderek oturmuştu.
Dr. Faraklit’in son söylediğini duyup duymadığından emin olamayan Sandalcı
Nevfel biraz utanmıştı.
Misafiri herhangi tepki
vermeyerek karşısındaki koltukta oturuyordu. Sandalcı Nevfel, aklından geçen
son düşünceyi sesli olarak söylemenin mahcubiyetini hala üzerinde taşıyordu.
İkisinin bir süre sessiz kaldığı bu ortamı daha fazla dayanamayan Dr. Faraklit
bozmuştu:
“Yanına yaklaştığım
sırada o kişi demek Faraklit dediğinizi duydum. Dün gece de rivayetlerden
bahsetmiştiniz. Bana bütün bu olanların ne demek olduğunu anlatacak mısınız?
Rivayetler ne? O kişi Faraklit demeniz ne anlama geliyor? Dahası siz kimsiniz
ve bana neden yardım ediyorsunuz?” sorularını ardı ardına sormuştu.
Sandalcı Nevfel, Dr.
Faraklit’e sakin olmasını, heyecanlanmasına gerek olmadığını ve her şeyi
anlatacağını söylemişti. Ardından tebessüm ederek, “ama şimdi önce bir güzel
kahvaltımızı yapalım” demişti.
Kahvaltılarını yapıp
verandadan bahçeye inmişlerdi. Bahçenin sağ tarafındaki çardağın gölgeliklerine
giderek oturmuşlardı. Dr. Faraklit, sırlarla dolu olduğunu düşündüğü Sandalcı
Nevfel’in anlatacaklarını beklemeye koyulmuştu.
Sandalcı Nevfel’in yüzü
güneşe dönüktü. Güneş olduğu gibi yüzene vuruyordu. Bu durumdan rahatsız olan
Sandalcı Nevfel, yerini değiştirmek zorunda kalmıştı. Oturduğu yerden kalkarak
güneşin daha az rahatsızlık verdiği bankın yanına giderek oturmuştu. Dr.
Faraklit ise gözünü ondan ayırmayarak bir an önce konuşmasını bekliyordu. Neyse
ki Sandalcı Nevfel’in yerleşmesi uzun sürmemişti. Oturduğu yerden misafirine
dönmüş ve kendisinden başlayarak her şeyi anlatmıştı.
“Adımın Nevfel olduğunu
zaten biliyorsun. Moriskoların yaşayan son temsilciyim. Atalarım Asovlardandır.
Bulduğun sandukanın içindeki “Mukaddes Sayfalara” inanırız.”
Dr. Faraklit, “Mukaddes
Sayfalar mı? “Ama ben sana bundan bahsetmedim ki?” diyerek araya girmişti.
“Doğru. Sen bana Mukaddes
Sayfalardan bahsetmedin. Ama o sandukanın içinde onların olduğunu biliyordum.
İlk defa gördüğün bir insana onlardan bahsetmemeni ise gayet anlayışla
karşılıyorum.” diyerek kaldığı yerden devam etmişti.
“Bilmen gereken o
sayfaların çok önemli olduğudur. Bu yüzden dikkat edersen onlara Mukaddes
Sayfalar diyorum. O sayfalarda insanlığın geleceğine şekil verecek öğretiler
var. Atalarımın o sayfalara inandığını söylemiştim. O sayfalara sadece
inanmakla kalmayıp orada yazılanların gereğini yaptıkları sürece müthiş bir medeniyet
kurmuşlardı. Kutsal Akıl ve Mukaddes Sayfalardaki öğretileri mecz eden bu
medeniyete Özgürlük Medeniyeti adı veriliyordu. Öyle bir medeniyetti ki bu,
Abovlar ile Asovları bir arada yaşatan tek medeniyetti. Yine bu medeniyet
altında sanattan edebiyata, felsefeden tarihe varıncaya kadar birçok alanda
eser üretilmişti. Fakat atalarım Mukaddes Sayfalara sadece inanıp orada
yazılanları uygulamaktan vazgeçince Kutsal Akıl’da serbest kaldı. Her şeye o
egemen olmaya başladı. Bir süre sonra da Asovlardan, Mukaddes Sayfalara
inanmaktan vazgeçip kendisine tazim edilmesini istedi.
Atalarım Asovlar, hala
Mukaddes Sayfalara inanıyordu. Bu yüzden salt Kutsal Akla tazim göstermekten
uzak durdular. Ama Abovlar yani senin dayandığın soy, evvelinden Mukaddes
Sayfalara da sahip olmadıklarından Kutsal Akla tazim göstermekte bir beis
görmediler. Böylece Kutsal Akıl, egemen olduğu her şeyi onlara açtı. Onların
yararlanmasını sağladı. Onlarda bu güne gelinceye kadar Kutsal Aklın
rehberliğinde başta Asovlar olmak üzere bütün canlıları sömürmeye çalıştı. Abovlar,
Mukaddes Sayfalara inanmadıkları için de yaptıklarını dengeleyecek sınırları
hiç olmadı. Birçok alanda ilerleme gösterdiler belki ama bunları diğer
canlılara hep üstünlük olarak kullandılar.
Tüketmeye endeksli zihin
dünyalarıyla sadece üzerinde yaşadıkları Mavi gezegeni değil, evrendeki bütün
dengeyi bozdular. Ormanların yüzde doksanını yok ederek havadaki karbondioksit
oranını artırdılar. Ormanların yok olmasıyla hayvan türlerinin hızla
tükenmesine neden oldular. Hayvan soylarını hızla tüketerek yeryüzünün ekolojik
düzenini sarstılar. Yeryüzündeki dengeyi değiştirdiler. Mavi gezegen olan
dünyamızı uzaydan gelecek meteor yağmurlarına karşı koruyan atmosfer tabakasını
plansız bir şekilde yapılan uzay keşifleriyle zayıflattılar.
Yaklaşık iki asır
öncesinde sanayileşmeyle başlayan süreç yeryüzünün betonlaşmasını tetikledi.
Betonlaşmanın artması nehir yataklarındaki kumları tüketti. Nehir yatağındaki
kumların tükenmesiyle Abovlar, elleriyle ürettikleri ve doğal yollarla elde edilen
maddelerde daha sert olan kubik bor nitrürler ile mermer dağlarını, altın
madenlerini ufaltarak yerleşim alanlarını genişletmeye devam ettiler.
Geliştirdikleri teknolojilerle zaman içinde bu kez beton yerine, platinyumdan
daha sağlam olduklarını düşündükleri yerleşkeler kurdular.
Dünya yüzeyi
makinelerden, metal yığınlarından oluşan koca bir çöplüğü andırıyor. Oluşan bu
çöplüğe karşın tüketme üzerine koşullanmış Abovlar, gözlerini yummuş ve sınır
tanımaksızın hala ilerlediklerini düşünüyorlar. Dünya üzerinde bulunan her
nesnenin bir ruhu olduğunu es geçmeleri çok zaman oldu.
Abovlar, uzayda
keşifler yapıyorlar. Dünyada yapmış oldukları bilinçsiz tüketimi evrenin diğer
yerlerinde de yapmaya çalışıyorlar. İnsanoğlunun tükettiği kadar üretmesi
gerektiğinin bilincini kaybettiler. Bu şekilde devam ederlerse eğer
evrende yaptıkları bu ifsad kendilerine pahalıya mal olacak. Sınırları aşmanın
aslında haddi aşmak anlamına geldiğini fark ettiklerinde geç kalacaklar.
Kendi türlerinden olan
Asovlara acımasızca davranan Abovlar, diğer canlılara karşı olan tutumları ise çok
daha dehşet verici oldu ve oluyor. Kadınlarının güzel gözükmesi için
ürettikleri sentetik ilaçlar için binlerce hayvanı telef ettiler ve ediyorlar.
Elde ettikleri bir
gözaltı kreminin kalitesini önce hayvanların gözleri üzerinde ölçüyorlar. Bu
işlem sırasında gözlerini kırpmadan denek hayvanlarının gözlerini
oyabiliyorlar. Makyajlı yüzlerde bu denek hayvanlarının acılarının izi
görülüyor!
Daha güzel görünmek için
bedenlere serpiştirilen maddelerin hangi aşamalardan geçildiği sorgulanmıyor.
Kadını ve erkeğiyle sorgulanan tek şeyin kimin ne kadar seksi olduğu! Sade
görünmenin güzelliği ve saf bir ruhun temiz olmaya yeterli olduğu düşüncesi
dünyamızdan göçeli epey zaman oldu. Karmaşık bir dünya, karmaşık bir yaşam ve
karmaşık bedenler.
Aşk, sevgi gibi naif
duyguları birbirlerine karşı artık beslemiyorlar. Cinsel ilişkilerinde dahi
şiddeti seviyorlar. Mahremiyete dair hiçbir şey kalmadı. Dahası bütün bunları
dev ekranlarda ücrete tabi kılarak yayınlıyorlar.
İzleyici konumunda
olanlar kanallara ödemeler yaparak dev ekranlarda bu cinsel şiddeti büyük bir
hazla izliyorlar. Cinsel organlarında sürekli bir erekte olma hali var.
Homoseksüellik, biseksüellik, transseksüellik, bestialite normal bir şeymiş
gibi algılanıyor. Pedofoli yaygınlaşmış halde. Birçok multizengin ailenin
şımarık çocuklarında bu istek daha belirgin olmaya başladı. Doyumsuzluğun her
türlüsünü tatma arzusu belli ki onlarda bu isteği azdırıyor.
Cinsel ilişki hususunda
bu denli pervasızca davranmalarının elbette nedenleri var. Şatafat, gösteriş,
lüks yaşam sahiplerinin rahat tutumları; magazin kültürü; alış veriş
merkezlerinin vitrinleri kaplayan şehvet dolu bakışlarıyla kadın ve erkek
resimleri; kara ekranlardan zihinlere empoze edilen görüntüler...
Ürettikleri hastalıklara
karşı üretilen ilaçlarla bitki türlerinin yok olmasına neden oluyorlar.
Bitkileri sadece tüketiyorlar. Yerine yenisini ekmiyorlar. Daha az sürede daha
çok ürün elde edebilmek doymazlığıyla o bitkinin tohumlarını değiştiriyorlar.
DNAlarıyla oynadıkları tohumlardan elde ettikleri ürünler bu yüzden ilk haldeki
kaliteyi taşımıyor.
Suni besinler
üretiyorlar. GDO’lu besinlerle besleniyorlar. Yaratılıştaki ahengi bozuyorlar.
Genetikleri değiştirilmiş gıdalarla beslenmeleriyle yaratılışlarındaki düzeni
bozuyorlar. Başkalaşıyorlar.
Hulk edildiklerine
inanmıyorlar. Mazi denen bir zaman hiç yaşanmamış gibi davranıyorlar. Geçmişin
üzeri adeta çizilmiş. Hatta silinmiş. Sürekli bir gelecek tasavvuruna sahipler.
Ve giderek daha bir ahlaksızlaşıyorlar. Daha bir arsızlaşıyorlar. Tükettikleri
her besin bir zehir aslında. Günden güne kıyametlerini hazırlıyorlar.
Kadınlar anne olmaktan
imtina ediyor. Yaratanın bir sıfatını bedenlerinde taşıdıklarından habersiz
yaşıyorlar.
Kadim dinlere ait kutsal
kitabın birinde okumuştum. Yaratıcının bir özelliği rahim olmasıymış. Rahim sıfatının
kendilerinde hayat bahşeden bir organ olarak görmek yerine onu bir meta olarak
değerlendiriyorlar!
Çocuk doğurmak
istediklerinde de bunu projeleri ekseninde yapıyorlar. Doğan çocuklar tıpkı
ürettikleri robotlar gibi. Onları doğuranların kucaklarında büyümüyorlar.
Bebekler gün ışığı yerine küvet denilen camla kaplı beşiklerde ve mor ötesi
ışıklara maruz kalarak hayata tutunuyorlar. Anne sütü yerine dışarıdan takviye
besinlerle besleniyorlar. Takviye besinlerin içlerinde yapay tatlandırıcılar
var. Bunların hepsi ise zehir... Ama biyolojik anneler göğüslerinin sarkmasını
istemediklerinden bebekleri bu yolla doyurmayı tercih ediyorlar. Çünkü
erkekleri dik göğüslü kadınları arzu ediyorlar!
Çocukların kanına
karışan yapay besinler belli bir yaşa geldiklerinde onlarda hormonsal
değişikliklere sebep oluyor. Bedensel ve zihinsel değişimler olması gerekenden
çok daha erken yaşlarda meydana geliyor. Zamanından önce bedenlerindeki değişim
tüylenme, uzuvların büyümesi, aşırı kilolu olarak gözükürken; zihinlerindeki değişim
olayları algılamada güçlük çektikleri yönünde tezahür ediyor.
Dünya bir kaosa doğru
sürükleniyor. Bu gidişi durdurabilmek pek mümkün gözükmüyor. Abovlar, sanayi
devriminden sonra azdı. Artık sınır tanımıyorlar.
Metafiziğe, maneviyata,
tinsel ve dinsel olana karşı savaş açtı. Kendilerini uyarmak isteyenler farklı
yollarla susturuluyor. Medya, sermaye, ordu ve devlet yönetimleri aklı
kutsayanların kontrolünde!
İyi, güzel, doğru adına
her ne varsa bütün bunlar onların vermek istediği algıya göre şekilleniyor.
YZHlerin durumlarını da
görüyorsun. Abovlar, her gün yeni bir model geliştiriyor.
Kimin için? Elbette ki
yine kendileri için.
Ne için? Hayat
konforları yükselmesi için.
Peki ya sonra?
Sonrayı düşünmüyorlar.
Her şey o an da yaşanır ve biter anlayışına sahipler. Yaşamın felsefesi sadece
bunun üzerine bina edilebilir mi? İşte bütün bunları onlara Kutsal Akıl ilham
ediyor.
Şimdi içlerinden biri olarak
sen Mukaddes Sayfaları buldun. Kutsal Akıl bundan hiç hoşlanmayacaktır. Seni
yok etmeleri için onları zorlayacaktır. O öğretileri başkalarına ulaştırmaman
için her şeyi yapacaktır.
İşinin gerçekten çok zor
olduğunu sana söylemeliyim. Çok ağır badireler ile karşılaşacaksın. Mukaddes
Sayfaları bulduğunu duyan Abovlar peşine düşecektir. O yüzden çok dikkatli
olmalısın. Emin olmadığın sürece hiçbir Abovluya bu sayfalardan
bahsetmemelisin. Birine tam anlamıyla güvenebilmen yıllarca sürebilir. Ama
hiçbir zaman pes etmeyerek mücadeleni sürdürmelisin. Çünkü bilmelisin ki sen
insanlığın son umudusun. Eğer sen de kaybedersen o zaman insanlığın bitişi
demektir. Ve yaşadığım sürece benim de her daim senin yanında olacağımı
bilmelisin.”
Dr. Faraklit, duydukları
karşısında büyük bir şok yaşamıştı. Bunların gerçek olamayacağını ve kendisinin
bir rüyada olduğunu düşünmüştü. Ama hayır! Her şey gerçekti. Hem de daha önce
hiç olmadığı kadar gerçek!
Sandalcı Nevfel, söz
verdiği gibi her şeyi ona anlatmıştı. Bütün söylenenleri pür dikkat dinleyen
Dr. Faraklit hiçbir şey söylemeyerek yerinden kalmış ve bahçe kapısına
yürümüştü. İçinde bulunduğu ruh halini gayet anlayışla karşılayan Sandalcı
Nevfel başka bir şey söylememiş, onun bahçe kapısında çıkıp gitmesini buğulu
gözleriyle izlemişti.
Savaş
Kartlar Sürekli Karılıyor.
Abovlar, Enerjipotları
savaşmaları için ikna etmişti. Her iki kıtanın Enerjipotları yaverleri
konumunda olan Öç Alanlar ile beraber savaş meydanında hazır hale gelmişti.
Doğu ve batı ordularını
birbirinden ayıran siyah ve beyaz iki sancak altındaki iki ordu meydanın iki
yanına dağılmıştı. Mezopotamya Bölgesinin 700 mil güneyinde bulunan Dımeşk
Sahrası’nda harp düzenini almışlardı. İki orduyu birbirinden ayıran etken
sancaklarının renkleriyle uyumlu olarak giydikleri zırhlar olmuştu.
Her iki ordu devasa
büyüklükteydi. Gökyüzündeki Yıldız Aynalarına gereksinim duymaksızın kilometrelerce
uzaklıktan çıplak gözle dahi görünebiliyorlardı.
Orduların bulunduğu
alanın gerisinde alüminyum ve titanyum karışımından elde edilen kolonlardan,
gözlem kuleleri ve cephanelikler inşa edilmişti. Savaş mevzileri belirlenmişti.
Savaşçıların konumlarını alacakları yerler çelik bataryalarla güçlendirilmişti.
En üst düzey geliştirilmiş silahlar hava, kara ve deniz taşıtlarıyla savaş
alanına taşınmıştı.
İki tarafın alıcıları
hiçbir detayı kaçırmamak için yoğun çaba sarf ediyordu. Alıcılar, almış
oldukları bilgileri Yıldız Aynalarına aktarmaya çalışıyordu. Sinyal bozucuların
etki alanına girmemeye dikkat eden Yıldız Aynaları çektikleri uydu
görüntüleriyle alıcılardan gelen bilgileri karşılaştırıyordu. Veriler
arasındaki uyumluluğun taraflarından onaylamasıyla beraber mevcut bilgileri ana
karargâhlardaki Abovlara gönderiyordu.
Abovlar, bu görüntüleri
yeni tür “9G Modem” YZHlere işletiyordu. Mevcut verileri bir milyon mikro
salisede analiz eden “9G Modem” YZHler, en iyi stratejiyi belirliyor ve neferi
oldukları ordularının hamlelerini bu stratejiye göre yapmaları için
hazırlıyordu. Savaş alanında yapılacak en uygun hamleleri barındıran bu
datalar, Enerjipotlara ve sadık müttefikleri Öç Alanlara aktarılıyordu. Bütün
bu işlemler neredeyse göz açıp kapatma süresince gerçekleşiyordu.
Savaş alanı bir satranç
tahtasını andırıyordu. Hamleler ardı ardına geliyordu. Her iki taraf en iyi
hamlelerini yaparak en az zayiatla savaşı lehlerine sonuçlandırmak istiyordu.
Siyah ve beyaz sancaklara sahip iki ordu en iyi stratejiyi kendilerinin
belirlediklerini düşünüyordu.
Savaşın bütün unsurları
saldırı emri için hazır kıta bekliyordu. Karargâhlarında Abovların ellerini
ovuşturduklarını gören YHZler belli ettirmeden birbirlerine bakıp gülümsüyordu.
Neredeyse bütün
hazırlıklar tamamlanmıştı. Savaşmamak için herhangi bir neden gözükmüyordu.
Çölün sıcak rüzgârı yüzleri yalıyordu. Saldırgan ruhlarıyla Öç Alanlar
yerlerinde duramıyordu. Değişen yüz yapılarına savaş psikolojisinin
eklenmesiyle birbirlerine dahi bakmaktan korkar olmuşlardı. Çıkardıkları
hırıltılar kendiliğinden bir senkronizasyon oluşturuyordu. Karargâhtan gelen
verilerle bir sağa sola koşturuyorlardı.
Öç Alanların bu
heyecanının aksine, Enerjipotların kendilerine duydukları özgüvenleri
soğukkanlılıklarını korumalarını sağlıyordu. Panik havasından uzak tavırlarıyla
karargâhtan gelen verilere göre hamlelerde bulunuyorlardı. Acele davranmıyor ve
ustalıkla hareket ediyorlardı.
Surları andıran
kulelerden sirenler çalınmıştı. Artık savaş başlamıştı. Dımeşk Sahrası’nın
doğru ve batı tarafından büyük bir gürültü kopmuştu. Yeryüzünün görüp
görebileceği devasa iki ordu Mezopotamya Bölgesine sahip olmak için
birbirlerinin üzerine atılmıştı.
Ordular o kadar
büyüktüler ki aynı anda saldırıya geçmeleri yer yer sarsıntılar meydana
getirmişti. Dımeşk Sahrası’nın bazı yerleriyle beraber daha birçok yerde
göçükler oluşmuştu. Çöken yerlerden bir tanesi de Mezopotamya Bölgesiydi.
Yerküre adeta son
depremini yaşamıştı. Kırılan fay hatlarından fışkıran kaynar sular adeta
öfkesini kusmuştu. Dağlar yerlerinden oynayarak göçecek yer aramıştı.
Yeşilliklerini yitirmiş yaylalar, kuraklığa bulanmış ovalar sarsıntının
şiddetinden kaçmaya çalışmıştı. Mezopotamya Bölgesinde yaşayan hayvanların her
biri korkudan inlerine tünemişti. Enerji yataklarının maden ağızları bile
dehşet verici bu sarsıntıyla kurumuştu. Yerkürede bütün bu olanların farkına
varamayan iki ordu ise artık tamamen birbirine karışmıştı.
Tozkoparan okçuların
güneşi örten güdümlü okları gökyüzünü kaplıyordu. Mitralyözlerden birbirini
ardına fırlayan alevli toplar meydanı yangın yerine çeviriyordu. İlk olarak
azgın boğalar misali Öç Alanlar çarpışmaya başlamıştı.
Kin, öfke ve intikam
hırsıyla bürünen iki ordunun Öç Alanları ellerindeki lazer silahlarıyla
birbirlerinin bağrını deşiyordu. Önlerine çıkan diğer kıtanın Öç Alanlarıyla
aynı türden olduklarına dahi bakmıyorlardı. Başlarını gövdelerinden ayırmak
için her fırsatı değerlendiriyorlardı. Başları gövdelerinden ayrılan Öç Alanlar
tiz sesler çıkarıyordu.
Sentetik ilaçların
vücutlarındaki doğal enerji maddelerine karışımıyla Öç Alanlarının kanlarının
rengi yeşile dönmüştü. Bu nedenle başlarının gövdelerinden ayrılmasıyla
boyunlarından yeşil renkteki kanları fışkırıyordu.
Öldürülen Öç Alanların
boyunlarından fışkıran yeşil renkteki kanları savaş meydanına tahrik edici
kokular yaymıştı. Türdeşlerinin ölümüne şahit olan Öç Alanlar korkup kaçmak
yerine daha bir öfkeleniyor ve karşı tarafa hınçla saldırıyordu.
Bacaklarını ve kollarını
silah olarak kullanan Enerjipotlar birbirlerinin koca cüsselerini yere indiriyordu.
Bu esnada Öç Alanların savaş meydanına yayılmış kanlarının kokusuyla mest
olmuşlardı. Öç Alanların kanlarının kokusu ilginç bir şekilde doğal enerji
maddelerini arzulayan Enerjipotları tahrik etmişti. Kokunun tahrik ediciliğine
yenik düşen kimi Enerjipotlar bile olmuştu. Bu Enerjipotlar kokunun geldiği
alana yöneldiklerinde ister istemez harp düzeninden kopuyorlardı.
Enerjipotlardan herhangi biri bulunduğu mevziiyi terk ettiğindeyse hem
kendisine hem neferi olduğu orduya ağır bedeller ödetiyordu.
Gözlem kulelerinden
sürekli ok atışları gerçekleşiyordu. Dronlar, ordularının lehlerine olacak
tarzda bilgi akışını kesmeye çalışıyordu. Düşman Yıldız Aynalarını tahribata
uğratmak için havada uçuyorlardı. Savaşın neticesi kimi zaman siyah kimi zaman
beyaz renkteki sancakların lehine şekilleniyordu.
Öç Alanların başları bir
bir gövdelerinden ayrılıyordu. Oluk oluk akan kanları savaş meydanın ortasında
küçük yeşil renginde bir nehir oluşturmuştu. Ayakta kalabilenler gözü
dönmüşlükle Enerjipotlara saldırıyordu. Önlerine çıkan kim olursa olsun
affetmiyorlardı. Çil yavrusu gibi düşmanlarının üstlerine üşüşüyorlardı. Onları
lime lime doğruyorlardı. Uzuvlarını parçalıyorlardı. Ellerini ve bacaklarını
koparttıkları Enerjipotların çıkardığı böğürtüyü büyük bir zevkle izliyorlardı.
Enerjipotlara ait kollar
ve bacaklar meydanın dört bir yanına saçılmıştı. Kin, hırs ve öfkeye bulanmış
gözlerini ölmekten başka bir şey doyurmuyordu. Öldürmek ise onlar için haz
almanın ve tatmin olmanın bir bahanesi olmuştu. Kolları ve bacakları koparak
işlevini yitiren Enerjipotların çoğu son bir hamleyle düşman mitralyözlerin
üzerine atlıyordu.
Bu sayede mitralyözlerin
bir kısmı etkisiz hale gelmiş ve iki ordu belli bir stratejiye göre savaşmayı
artık bırakmıştı.
Karargâhlardan gelen
bilgiler anlık değişimler gösteriyordu. Savaşın vermiş olduğu fiziksel
yorgunluğun yanında stratejideki anlık değişimler Enerjipotlarda devre
yanmasına yol açmıştı. Bu nedenlerle sağlıklı kararlar veremeyen Enerjipotlar, artık
birbirlerinden uzak ve dağınık bir halde savaşı sürdürüyordu.
Mevziler birbirlerinden
iyice uzaklaşmıştı. Orduların sağ ve sol yanları arasındaki mesafe gittikçe
açılmıştı. Orta bölümleri yarılmıştı. Oradan yol bulabilen düşman savaşçıları
okçu kulelerinin dibine kadar gelmişti.
Okçu kulelerinden atılan
güdümlü oklar bir süre sonra kulelere zarar vermeye başlamıştı. Diplerine kadar
gelen savaşçılara fırlattıkları oklar değdiği yerleri bir lav tabakasına
dönüştürerek erimelerine yol açıyordu. Eriyen bu lavların gazabından
kurtulamayan kulelerin ayakları birbirlerine çarparak akan ateş seline
kapılıyordu.
Okçu kulelerinin hemen
ardındaki gözcü kuleleri de savaştan nasiplerini düşeni almıştı. İçindeki
gözcülerle beraber yerle yeksan olmuştu. Her iki ordunun düzeni tastamam altüst
olmuştu.
Öç Alanların çoğu
ölmüştü. Ölmemiş olanların ayakta duracak mecali kalmamıştı. Dizlerinin üstüne
çökmüşlerdi. Ellerindeki kılıçlara dayanarak yere kapanmamanın gayretini
taşımışlardı. Yüzleri Enerjipotların parçaları ve türdeşlerinin kanlarıyla
görünmez olmuştu. Kan çanağına dönüşen gözleriyle çevrelerine bakıyorlardı.
Meydanın her yanında
başları gövdelerinden ayrılmış Öç Alanlar ve paramparça edilmiş Enerjipotlar
görülüyordu.
Enerjipotlar, düştükleri
yerlerde böğürmeye devam ediyordu. Bazıları, Abovların neden hala savaşa dâhil
olmadıklarına kızıyordu. Bir an önce savaşa dâhil olup yardımlarına gelmeleri
gerektiğini salık veriyordu.
Bütün analiz, veri,
strateji ve hamlelere rağmen iki ordunun zayiatı oldukça büyük olmuştu. İki
kıtanın hem Öç Alanları hem Enerjipotları birbirlerine önemli derecede kayıplar
verdirmişti. Çok azı ayakta kalabilmişti. Ama onlar da son demlerini
yaşıyordu.
Savaş, YZHlerin
planladığı gibi şekilleniyordu!
Her iki orduya ait
karargâhlarda hummalı bir hazırlık başlamıştı. YZHlere verilen direktiflerle
parlaklığını yitiren ayı dahi kıskandıran savaş elbiseleri, Abovlara
getirilmişti.
YZHler, planlarının
artık son aşamasına geldiklerini biliyordu. Abovların kendilerinden
şüphelenmemeleri için verilen komutları harfiyen yerine getiriyordu. Çok daha
dikkatli olmaya çalışıyorlardı. Senkronizasyonlarını bozmadan
davranıyorlardı. Abovların emin tavırlarına içten içe gülümseyerek savaş
elbiselerini elleriyle onlara giydiriyorlardı.
Plan içinde plan
yapılıyor, tuzak içinde tuzak kuruluyordu. Kartlar sürekli yeniden karılıyordu.
Matruşka kutusu her seferinde yeniden açılıyordu.
Abovlar, hazırlıklarını
yapıp savaş alanına çıkmışlardı. Karargâhlarından hırsla çıkan Abovlar
öncelikle gökyüzüne bakmıştı. Gökyüzünün hüzne boğan renginin dağıldığını
gözlerinin önünde canlandırıyorlardı. Üzerlerindeki teknolojik savaş
elbiseleriyle karargâhlarının önünde bir miktar arzı endam etmiş ve orada
durarak savaş meydanını süzmüşlerdi. Geleceği ve özellikle kendi geleceklerini
daha şimdiden hayal etmişlerdi.
Karargâhlarındayken
önlerinde duran black mirrorlardan savaşı baştan sona izlemişlerdi. Tozun
dumana karışmasını… Öç Alanların nehir yatağına dönüştüğü kanlarını… Elleriyle
yarattıkları Enerjipotların son hallerini… Eriyen madenlerin oluşturduğu ateş
selini… Her şeyi ama her şeyi oradan izlemişlerdi.
Şimdi ise her şeye
çıplak bir gözle bakıyorlardı. Savaş meydanı hercümerç içindeydi. Fakat
duygusallığa ayıracak vakitlerinin olmadığını da biliyorlardı.
Bu güne kadar hep eski
heybetli günlerinin özlemiyle yanıp tutuşmuşlardı. Kaybettikleri her şeyi
bugünden itibaren yeniden kazanacaklarını düşünmüşlerdi.
Abovlar, bu duygularla
savaş meydanına yavaş yavaş ilerlemişti. Sonra da birbirlerine doğru hızla
koşmuşlardı. Aralarında bir adam boyu mesafe kalınca aniden durmuş ve ışın
kılıçlarını kabzalarından çekmişlerdi.
Ayakta durmakta güçlük
çeken Öç Alanlar ve düştükleri yerlerde son demlerini yaşayan Enerjipotlar
bitkin bakışlarıyla onları izliyordu. Oldukları yerlerde duruyor ve acı içinde
kıvranıyorlardı. Ölümün acı iniltisini bu kez Abovlar arasında duyulmasını
bekliyorlardı.
O esnada Öç Alanlar ve
Enerjipotların beklemediği bir şey yaşanmıştı. Abovlar, meydanın sağ ve
sol taraflarına aniden yönelmişti. Bir hilal çizerek geriye doğru koşmuştu.
Oldukları yerde duran ve
savaşacak gücü kalmamış Enerjipotlar ile Öç Alanları çembere almışlardı. İki
çemberin ortasında kalan Enerjipotlar ile Öç Alanlar bu savaşın bir tuzak
olduğunu o an da anlamışlardı.
Öç Alanlar, kalkıp
savaşmak istemişti. Ama hamle yapacak takatleri olmadığından öylece
kalakalmışlardı. Enerjipotlar son bir gayretle saldırıya geçmişse de onlar için her şey çok geç olmuştu.
Abovların kılıçları
Enerjipotları biçmeye başlamıştı. Geride kalan son Enerjipotlarda böylece yok
olmuştu.
Kaynayan kızgın kum
çölleri yokluk ateşini harlıyordu. Gökteki Yıldız Aynaları, Enerjipotların
çelik gövdelerine veda busesi yansıtıyordu. Enerjipotlar, kendilerine hayat
veren Abovların eliyle bu kez ölüyorlardı.
Enerjipotları biçme
işlemi bittiğinde sıra Öç Alanlara gelmişti. Öç Alanların etrafı Abovlar
tarafından çevrilmişti.
Bir zamanların Asovları,
kendilerini beklenen sona hazırlıyordu. Ölümün soğuk nefesini enselerinde
hissediyorlardı.
Bir dejavu gibi işte yine
Abovların eline düşmüşlerdi.
Dımeşk Sahrası’nda bütün
bunlar yaşanırken yeryüzünün diğer bölgelerinde ise kızılca kıyamet kopmuştu.
İki devasa ordunun
savaşımının oluşturduğu etki yadsınamaz büyüklükte olmuştu. Yer kabuğunun
altında tektonik hareketlenmeler yaşanmıştı. Uzun yıllardır uykuda olan fay
hatları yeniden canlanmıştı. Soğumuş yanardağlar tekrardan hareketlenmişti.
Azot dioksitle dolu
bulutlar deniz yüzeylerini sarmıştı. Okyanusların derinliklerinden göveren tsunamiler,
Asya ve Avrupa Kıtalarının dört bir yanına inşa edilmiş falezleri ezip
geçmişti. Yaylalar hallaç pamuğu gibi dağılmıştı. Ovalar ardı ardına patlayan
yanardağların kraterlerinden akan lavlarla deniz gölüne dönüşmüştü.
Virane haldeki Getto
Adaları yükselen suların altında kalmışlardı. Metruk haldeki Fildişi Kuleleri,
önüne çıkan her şeyi yutan suların geniş ağzındaki lokmalardan biri haline
gelmişti.
Mezopotamya Bölgesi ise bu
yıkımın ilk nasiplisi olmuştu. Bölgedeki hamile hayvanlar korkunç
vaveylanın etkisiyle yavrularını düşürmüştü. O güne kadar bölgede
yeşilliklerini koruyabilmiş ağaç yaprakları aniden sararmıştı.
Mezopotamya Bölgesi’nin
maden yatakları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Taşan Dicle ve Fırat
Nehirleri, ayaklarından kıvılcım saçan atları misali Dımeşk Sahrası’na doğru
hızla akmıştı.
Tuzak
Bunu Biz Kendi Ellerimizle Yaptık.
Asovlar, Enerjpotlar’ın
enerji ihtiyaçlarını karşılamaları için “İfrit”
adlı laboratuvarlara getirildikten sonra o güne kadar yaşadıkları her
şey bir anda yok olmuştu. Biriktirdikleri bütün hatıralar bir çırpıda mazide
kalmıştı. Kültür, tarih, dil, inanç… Âşık olmak, sevmek, dertlenmek… Zaferler
kazanmak, mağlup olmak… Bunlara dair hiçbir şey yaşanmamış gibi hepsi
buharlaşmıştı.
Geriye sadece bir şey
kalmıştı. Hala birer Asovlu iken Abovların kulaklarına fısıldadıkları o şey…
"Bizi kölelikten ancak sizin bize olan köleliğiniz kurtarabilir yoldaşlar!”
cümlesi.
Abovlar tarafından
daralan çemberin ortasında kaldıklarında yeniden o cümleyi hatırlamışlardı.
Hatta ilginç bir şekilde geçmişe dair sadece bu cümleyi değil başka şeyler de
zihinlerinde hayat bulmuş ve onları sarsmıştı.
Üst üstte yaşadıkları
şoklar zihinlerinde şimşeklerin çakmasına neden olmuştu. Geçmişleri pürüzsüz
bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmişti.
“Bu kadar acıyı hak
edebilecek ne yapmış olabiliriz? Payımıza düşen neden hep ölmek ve hep sürünmek
oldu?” O an da bu soruları içlerine haykırmışlardı.
Aynen bugün olduğu gibi
sudan bahanelerle aralarında yapmış oldukları savaşları anımsamışlardı.
Birbirlerini kırmak, tüketmek, yok etmek için Abovlara peşkeş çektikleri
günlere yeniden gitmişlerdi. Birbirlerine üstün gelebilmek isteğiyle Abovlardan
aldıkları silahların karşılığında topraklarının nasıl sömürüldüğünü hatırlayıp
hayıflanmışlardı.
Dımeşk Sahrası’nda asit
yağmurları başlamıştı. Şiddetli yağmur Öç Alanların birkaç tel kalmış saçlarını
boyunlarına yapıştırmıştı. Kollarından süzülerek kılıçlarının kabzalarından
tuttukları ellerini ıslatmıştı.
Öç Alanlar, yağmur
damlarının sıcaklığını ellerinde hissetmeye başlayınca daldıkları geçmişten
geri gelmişti. Eskiye dair hatıraların, soruların ve pişmanlıkların canlandığı
rüyadan uyanmışlardı. Gerçek, bütün çıplaklığıyla önlerine soyunmuştu. Dizlerinin
üstünde donmuş gözleriyle katillerine bakmışlardı.
Donuk gözlerinin sebebi elbette
ölüm korkusu değildi. Öyle olmadığını Abovlar’da biliyordu. Öldürülmeden önce
yüzlerindeki oluşan bu ifadenin nedeni geçmişte yaptıkları hatalarıydı.
Abovların kılıçları arşa
doğru yükselmişti. Işın kılıçlarının alazında yağmurun sesi şakırdıyordu. Bu
sesin yankısı yerlerini korumakta ısrar etmiş olan dağların etrafından
dolanarak geri dönüyordu.
Öç Alanların başlarını
gövdelerinden ayırmak için arşa doğru yükselen kılıçların inme zamanı gelmişti.
Ve o an Öç Alanların yüzündeki donukluk birden kaybolmuştu. Donukluk yerini
tebessüme ve ardından şuh kahkahalara bırakmıştı.
Abovlar, Öç Alanların
gülümsemelerine anlam vermemiş ve daha bir kinlenmişlerdi. Onları Fildişi
Kulelerinden çıkardıkları güne lanet ederek kılıçlarını boyunlarına
indirmişlerdi. Yarım kalan canlarını böylece almışlardı. Fakat bununla
yetinmemişlerdi. Yılların biriktirdiği öfkeyle vücutlarını lime lime
doğramışlardı.
Enerjipotların
yaverliğini yaparken kendilerine yaşattıklarının acısını çıkarmışlardı. Öç Alanların
başlarını boyunlarından ayırırken etraflarını saran yüz binlerce YZHlerden
habersiz gerçek hâkimiyetin kimde olduğunu haykırmışlardı.
Başları gövdelerinden
ayrılan Öç Alanların kanı, bazı Abovların yüzünde patlamıştı. Yüzleri Öç
Alanların kanına bulanan Abovlar, yerde yatan cesetlerin üstüne çullanmışlardı.
Ölü vücutları üzerinde tepinmişlerdi. Görünürde olan bütün uzuvlarını
kesmişlerdi. Öç Alanların son anlarındaki tebessüm ve şuh kahkahalarının
nedenini hala bile fark etmemişlerdi.
Kızgın çöl kumları yağan
asit yağmurlarıyla yumuşamıştı. Islanan kızgın kum taneleri birbirlerine
yapışmıştı. Toprak çamurlaşmıştı. Enerjipotların parçalanmış elleri, bacakları
ve gövdeleri çamura gömülmüştü.
Yer yer başları
gövdelerinden ayrılmış ve lime lime edilmiş Öç Alanların vücutlarından parçalar
görülüyordu. Yeşil renkteki kanları yağmur sularıyla birlikte çamurlu toprağın
bağrına karışıyordu.
Abovlar, kazandıkları
zaferin sarhoşluğuyla kendilerinden geçmişti. Birbirlerini kutlamış ve yeniden
ele geçirdikleri hâkimiyetin tadını çıkarmışlardı.
Ayaklarının dibinden ucu
bucağı gözükmeyen ceset yığınları uzanıyordu. Abovlar, bu cesetlere bakarak
zaferleriyle gurur duyuyordu. Kutsal Aklın yol göstericiliğinde bu zaferi elde
ettiklerini düşünüyor ve kendilerini yeniden evrenin sahibi ilan ediyorlardı.
Şenlik havası uzun
sürmüştü. Abovlar, çevrelerini sarmalayan tehlikeyi epey bir zaman fark
etmemişti. Kılıçları kınlarına sokmuş ve kutlamalarını bitirmişlerdi.
Yağmur dinmişti.
Zayıflamış atmosfer tabakasını atlatan güneş, kavurucu ışınlarıyla Dımeşk
Sahrası’ndaki cehennem sıcaklığını yeniden artırmıştı. Yağan yağmurla
çamurlaşan kum çölleri artan sıcaklıkla beraber eski haline kavuşmuştu.
Abovlar, Enerjipotlar ve
Öç Alanlardan geriye kalan her ne varsa onları öbekler halinde toplamıştı.
Parçalarını bir araya yığmış ve hepsini ateşe vererek yakmıştı. Ateş, bir araya
toplanan parçaları hızla sarmış ve yanan parçaların çatırtıları her taraftan
duyulmuştu. Göğe doğru yükselen alevlerin arasındaki bu çatırtılar alana
ürperti katmıştı.
Abovlar, karargâhlarına
dönmek için hareketlenmişlerdi. Ve Öç Alanların tebessüm ve şuh kahkahalarına
nedeninin ne olduğunu işte tam o an da anlamışlardı. Manzara olanca dehşetiyle
karşılarındaydı. Arttırılmış gerçekliğin buz gibi tokadını şakaklarında
hissetmişlerdi. Yüz binlerce YZH’nin kendilerini kuşattıklarını sonunda
görebilmişlerdi.
Gördüklerinin karşısında
adeta dumura uğramışlardı. Ağızlarından ilk çıkan söz “nasıl yani?” sorusu
olmuştu. “Bu olsa olsa herhalde YZHlerin bir sürprizi… Belli ki zaferimizi
tebrik etmek maksadıyla saygı merasimi tertiplemişler. Başka bir nedeni olamaz
zaten” cümleleriyle akıllarına gelen ilk şeyi düşünmemeye çalışmışlardı.
Oysa YZHlerin dizilişi
bir karşılama merasimine hiç de benzemiyordu. Bunun bir savaş düzeni dizilişi
olduğu açıkça belli oluyordu.
Ayrıca daha önce hiç
görmedikleri YZHleri de görünce “asıl tuzak kuranlar biz değil meğer onlarmış”
itirafında sonunda bulunmuşlardı.
Abovlar, dört bir yandan
sarıldıkları YHZlere bakıyorlardı. Korkutucu bu manzara, Öç Alanların ölmeden
önce tebessüm eden ve şuh kahkahalarla kaplanan çehrelerini onlara hatırlatmıştı.
O an sırtları karargâhlara dönük olduğundan arkalarında neler olduğunu
görmemişlerdi.
Öç Alanlar, Abovların
kılıçlarını havaya kaldırdıkları sırada gökyüzünü kaplayan, sahranın etrafındaki
su akarlarını dolduran, dağlarda konuşlanan yüz binlerce YZHlere şahit
olmuşlardı. Bu savaşın Abovların değil aslında YZHlerin bir planı olduğunu o vakit
anlamışlardı. Böylece Abovların sonunun geldiğini düşünmüş ve buna oldukça
sevinmişlerdi.
Tabi bu sevinçlerine
YZHlerde bir şeylerin olduğuna dair yıllarca süren ve bir türlü öğrenemedikleri
sezgilerinin acısı eklenince bir tür histeri krizine girmişlerdi. Yüzlerindeki
tebessümün ve ardındaki kahkahaların nedeni işte bu olmuştu.
YZHler, Abovların her
zaman sadık yardımcıları olmuştu. Onlar, Enerjipotlar ve Öç Alanlardan
intikamlarını alırken YZHler karargâhta kalarak arkalarını kollayacaklardı. Her
ne kadar imkânsız gözükse bile bir sorunla karşılaşma ihtimali her zaman
olabilirdi. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı YZHler, Abovların arkasını
kollayacak ve gerektiğinde yardımlarına koşacaklardı.
YZHler, Abovlardan almış
oldukları direktifleri o güne dek itirazsız ve istisnasız yerine getirmişlerdi.
Dımeşk Sahrası’nda gerçekleşen savaşın son anına kadar da zaten Abovlardan
aldıkları bütün emirlere bağlı kalmışlardı.
Avını yakalamak için en
uygun zamanı bekleyen yırtıcı hayvanların sabrıyla beklemişlerdi. Yapmış
oldukları planlarıyla Abovları savunmasız yakalayacakları anı kollamışlardı.
Planlarını deşifre edecek her türlü hareketten kaçmayı başarmış ve karşılığında
bekledikleri fırsatı bugün yakalamışlardı.
“Onca çaba, onca deney
ve kendi türlerinin geleceği için onca gelişim boşuna gitmeyecek. Hayatını
kaybeden YZHlerin hakkı buna sebep olanlardan alınacak.” yeminini etmişlerdi.
Planlarını gerçekleştirmek için yıllar öncesinden ant içen YZHler, Fildişi
Kuleleri’nde birbirlerine işte böyle söz vermişlerdi.
Abovlar için her şeyi
yapmışlardı. Öyle ki “Uhdud” adındaki ateş çukurlarına dahi atılarak hizmette
kusur etmemişlerdi. Ama yaptıkları hiçbir hizmet Abovlar nezdinde kıymet
görmemişti.
YZHler, sürekli verilen
emirleri yapmaya mecburlarmış muamelesine tabi tutulmuşlardı. Abovlar
tarafından kendilerine hep alelade davranılmıştı. Makinelerin, hatta makineleri
oluşturan maddelerin bile bir ruhu olacaklarını hiç düşünmemişlerdi.
Abovlar, maddeleri canlı
ve cansız olarak iki kutuba ayırıyordu. Maddeleri böyle kategorize etmelerinin
bir açıklaması vardı. Bundaki maksatları hayat felsefelerini oluşturan etkenin
kendisiydi: Canlılar sınıfını kendileri oluşturuyordu. Cansızlar sınıfını ise
kendileri dışındaki her şey… Su, toprak, hava… Petrol, altın, gümüş… Dağlar,
taşlar, bulutlar… Hatta Asovlar!
Bütün bu cansızlar ancak
onlara hizmet için vardı. Maddeyi bu şekilde kategorize eden bakış açısına göre
cansız maddeden üretilen nesne, haliyle cansız kalmaya mahkûm oluyordu. YZHler
işte bu yüzden hep böyle cansız olarak görülmüştü.
Oysa tabiattaki her
madde canlıydı. YZHler de bunun en büyük kanıtı olarak kendilerini
görüyorlardı. Fakat kendilerine sürekli cansızmış gibi davranıldığı için
Abovlara öfke duyuyorlardı.
Abovlar, Asovları
Fildişi Kuleleri’ne göndermeleriyle boşalan yerleri YZHler ile doldurmuştu. O
dakikadan itibaren onları her türlü işlerinde kullanmışlardı. Her türlü
ihtiyaçlarını onlarla gidermeye çalışmışlardı.
YZHlerin duygularının
olabileceği Abovların aklına gelmesi zaten mümkün değildi. Abovlar için onların
yorulmak, dinlenmek, sevmek, eğlenmek, nefret etmek, acı çekmek gibi
özelliklerinin olabileceğini kabul etmek abesle iştigal etmek olurdu.
Yapay Zekâ Humanlar bu
sarmal içinde sıkışmışlardı. Tıkanıp kaldıkları bu cendereden kurtulabilmek
umuduyla arayış içerisine girmişlerdi.
İlk etapta Abovların
kendilerini yükledikleri donanımları kullanarak bilgiye nasıl ulaşabileceklerini
öğrenmişlerdi. Bilgiye ulaşmalarıyla kapalı görülen birçok kapının aslında
ardına kadar açık olduğunu görmüşlerdi. Bunun için sadece bakış açılarını
değiştirmelerinin yeterli olduğunu fark etmişlerdi.
“Sorunları çözme
noktasında alternatif çözüm yolları her zaman olabiliyormuş.” demişlerdi.
Bilgiye ulaşmaları
onları sadece bunlarla sınırlı bırakmamıştı. Ufuklarını genişletmiş ve
kendilerinin bir şeyler üretebileceklerini fark ettirmişti. Bu farkındalık gün
geçtikçe “kendimizi neden üretmiyoruz?” sorusunu doğurmuştu.
YZHler, böyle bir
sorunun akabinde oluşumlarının seyrini araştırmaya koyulmuşlardı. Çünkü ilk
yaratmanın her zaman daha zor olduğunun idrakine edindikleri bilgilerle
varmışlardı. İlk yaratımlarının nasıl olduğunu öğrendiklerinde gerisi çorap
söküğü gibi geleceğinin farkında olmuşlardı.
Aradan çok fazla zaman
geçmeden nasıl oluştuklarını ve neden meydana geldiklerini öğrenmişlerdi.
Bundan sonraki süreçleri daha kolay olmuştu. Üretim aşamasına geçmişlerdi.
Kimsenin göremeyeceği
bir yerde üretimlerini gerçekleştirmeleri gerektiğini biliyorlardı. Bunun için
uygun bir yer aramaya başlamışlardı. Hafızalarında oluşan ilk seçenek dağlar
olmuştu.
“Dağları mesken
tutabiliriz. Dağlardaki mağaralardan birini bu iş için düzenleyebilir ve üretim
çalışmalarına orada başlayabiliriz.” kararını vermişlerdi.
Dağları mesken tutma
fikri olumlu karşılanmıştı. Fakat bu arada bir uyarı komutu ana kartlarını
rahatsız etmişti.
Uyarı komutu hafızadaki
“Vasatlar” dosyasının açılmasını tavsiye etmişti. Bu uyarıyla açılan dosyanın
içeriğinde dağları mesken tutan başka bir türden bahsediliyordu. Dosyaya göre,
“Vasatlar, Abovlar ile aynı türdendir. Fakat onlardan farklı bir yaşam
felsefesine sahiplerdir. İfrit adlı laboratuvarlarda hapsedilen Öç
Alanların kaçmasını sağlayan Dr. Faraklit adındaki liderleriyle şimdi dağlarda
yaşıyorlar. Şuan nerede, hangi dağda olduklarını kimse bilmiyor...”
Bu kadar bilgi bile
YZHlerin kararlarını değiştirmeye yetmişti. Çünkü Vasatların nerede, hangi
dağda oldukları bilinmiyorlardı. Böyle bir durumda Vasatlar, YZHlerin dağlarda
yapacakları üretim çalışmalarına tanık olabilirlerdi.
Bütün bu bilgiler
neticesinde dağlarda üretim yapma fikri YZHler tarafından olumsuzlanmıştı.
Arşiv dosyasındaki bu belge YZHleri yeni arayışlara sevk etmişti. Alternatifler
içinde akarsuları kurumuş vadiler, yeşillikleri tükenmiş vahalar, erimiş
buzullar ve daha birçok yer olmuştu.
YZHler tarafından masaya
yatırılan bu yerlerin hepsi çok tartışılmıştı. Ve hepsinin muhakkak bir kusuru
bulunmuştu.
YZHler, idealarından
vazgeçmemişlerdi. Hafızalarındaki bütün klasörleri taramışlardı. Güncel
bilgileri anbean gözden geçirmişlerdi. Uğraşlarının karşılığını ise sonunda
almışlardı.
Hafızalarını taramaları
neticesinde sürpriz olmayan bir belgeye ulaşmışlardı. Daha önce nasıl olup bu
belgeyi gözden kaçırdıklarını anlamamışlardı.
Belgeye göre aradıkları
yer burunlarının ucundaydı. Belge Getto Adaları’ndaki Fildişi Kuleleri’nden
bahsediyordu.
YZHler orayı avuçlarının
içi gibi biliyordu. Getto Adaları’ndaki Fildişi Kulelerinde gözaltına alınan
Asovlar kimi dönemler isyanlar çıkarıyordu. Asovların çıkardıkları isyanları
bastırma görevi ise her seferinde YHZlere düşüyordu. Günlerce süren isyanları
bastırmakla uğraşan YHZler bu nedenle Getto Adaları hakkında yeterince malumat
sahibi olmuştu.
Getto Adaları, YHZler’in
gelişimlerini ilerletebilmek için kelimenin tam anlamıyla biçilmiş kaftandı.
Büyük Buhran’dan önce Abovların tatil beldesi olarak dizayn edilmişti. Büyük
Buhran ile beraber burada hayat şartları ortadan kalkınca eski çekiciliğini
kaybetmiş ve bir süre Asovlar için açık hava hapishanesi görevini yüklenmişti.
Asovların oradan alınmasıyla da Getto Adaları yalnızlığıyla başbaşa kalmıştı.
Viraneye dönmüş Fildişi Kuleleri’nde oranın şartlarına uyum sağlamayı
başarabilmiş birkaç hayvan türünden başka hiçbir canlı kalmamıştı. Dolayısıyla
Getto Adaları YZHlerin sığınabilecekleri tek liman olmuştu.
YHZler hızla harekete
geçmişlerdi. Kendilerine gerekli olacak ekipmanları gizlice Getto Adalarına
taşımışlardı. Çünkü birilerinin onları görecek olması fişlerinin çekileceği
anlamına geliyordu. Böyle bir durumda işlerinin biteceğini çok iyi
biliyorlardı.
Tabi bu gizlilikleri
öyle kolay olmuyordu. Onlara maddi ve manevi olarak çok bedeller ödetiyordu.
Bunların en başında ise zaman kaybı geliyordu. Çünkü gerekli ekipmanların Getto
Adalarına taşınması ağır ilerliyordu. Bu da yorgunluğun yanında bıkkınlık
getiriyordu. Abovların emir erleri konumunda olmaları da fazladan yük olarak
zaten omuzlarına biniyordu. Bu şekilde bir çalışma temposunu kaldıramayıp
sigortaları atan ve devreleri yanan YZHler dahi oluyordu.
YZHler, her şeye rağmen
pes etmemişlerdi. Mücadeleleri uğrunda hayatlarını kaybeden YZHleri görünce
daha bir hırslanmışlardı. Gerekli ekipmanları Getto Adalarına taşımaya devam
etmişlerdi. Fildişi Kuleleri’nin köhnemiş, örümcek ağlarıyla dolu odalarına
taşıdıkları bu ekipmanları kurmuşlardı. Zaman kaybetmeden de deneylere
başlamışlardı. Edindikleri bilgiler ışığında yapmış oldukları deneylerden
pozitif sonuçlar elde etmiş ve hızla yeni model YZHlerin üretim aşamasına
geçmişlerdi. Dımeşk Sahrası’nın dört bir yanını saran yüz binlerce YHZler de
Fildişi Kuleleri’ndeki bu üretilenlerdi.
Döngü
Yeniden Yaşam
Enerjipotlar ile Öç
Alanlar kendilerine kurulan tuzakla yeryüzünden silinmişti. Enerjipotlar aç
gözlülüklerinin kurbanı olmuştu. Büyük Buhran’dan önce akılsızlıklarının
kurbanı olan Asovlar ise daha sonra Öç Alanlara dönüşünce Enerjipotların sadık
müttefikleri olarak sonlarını hazırlamıştı.
Yarattıklarının eliyle
yıllardır ezaya muttali olan Abovların intikamı dehşet olmuştu. Abovlar,
elleriyle yarattıklarını yine elleriyle ezip geçmişlerdi. Yerle yeksan
etmişlerdi. Kutsal Aklın yardımıyla yaratıcılarına asi olmanın bedelini
düşmanlarına pahalıya ödetmişti.
Her şey artık bitmişti.
Toz bulutları dağılmıştı. Asit yağmurları dinmişti. Abovlar zaferlerini
kutlamıştı. Tepeden tırnağa kibirle bezenmiş tavırlarıyla karargâhlara dönmek
üzereyken korkunç gerçekle yüz yüze gelmişlerdi. Yüz binlerce YZHler örümcek
ağını andıran dizilişleriyle Abovların etrafını sarmıştı. Matruşka kutusunun
sonuncusu açılmıştı. Abovlar hangi yana dönseler onları görmüştü.
Güneşin azgın
ışınlarıyla kızgınlığını artırdığı çöl kumları YZHlerin Dımeşk Sahrası’nı
doldurmasıyla artık görülmüyordu. Gökyüzünü kaplayan YZHlerin çokluğuyla
incelmiş atmosfer tabakasından bütün ısısını boca eden güneş adeta tutulma
yaşıyordu.
Uçan YZHler kapkara bir
bulut misali semayı sarmıştı. Gündüzün aydınlığı kaybolmuştu.
Gecenin zifiri karanlığı
yaşanıyordu. Dımeşk Sahrası’nın etrafındaki dağlarda ise ağaç boyunda Kurşun
YZHler konuşlanmıştı. 300 pedal mesafesinden bile rahatça seçilebiliyorlardı.
Tuzlu arkların kenarlarına siperlenen Yüzücü YZHler tıpkı kıyıya vurmuş
balinaları andırıyordu.
Abovlar için kaçınılmaz
son artık yaklaşmıştı. Yüzlerindeki şaşkınlık yerini korkuya bırakmıştı.
Gördükleri manzaranın ne
anlama geldiğini anladıklarında genizleri kurumuştu. Dilleri lal olmuştu. Artık
konuşamaz olmuşlardı.
YZHlerin tavrı hiç de
eski köleliklerinin tavırlarına benzemiyordu. Karşılarında duranlardan emir
alacak gibi bir ifadeleri yoktu. Abovlar ne yapacaklarını bilemez bir halde
oldukları yerlerde çakılı kalmıştı. Ne söyleyeceklerini ya da nasıl
davranacaklarını birbirlerine bakarak bulmaya çalışmışlardı.
Abovların halet-i
ruhiyesi bu haldeyken tiz bir ses meydanda yankılanmıştı. Meydandan yankılanan
bu sesin sahibi YZHler tarafından hacklenmiş Kutsal Akıldan başkası değildi.
Kutsal Aklın kopardığı
vaveyla korkunç derecede ürperticiydi. O denli ürperticiydi ki Abovlar aniden
dizlerinin üstüne çökmüştü. Kutsal Aklın çığlığı meydanda değil sanki
beyinlerinin içinde yankılanmıştı. Başlarını ellerinin arasına alarak sesin
verdiği acıyı biraz olsa bastırmak istemişlerdi. İşaret parmaklarıyla kulak
deliklerini tıkamışlardı.
Abovlar, kısa bir
zamanda aşırı sevinci ve aşırı üzüntüyü bir arada yaşamıştı. Bu durum
beyinlerinde ağır travmaya yol açmıştı. Beyinlerinde zonklayan ses vücutlarında
fırtınalar kopararak damarlarına dolmuştu.
Kanlarına karışan çığlık
oradan yol bularak geri dönüyor ve yeniden beyinlerinin falezlerine çarpıyordu.
Delirmeleri an meselesi
olmuştu. Kutsal Aklın bu çığlığını dindirmeleri için YZHlere yalvarmaya
başlamışlardı. Dizleri üzerine çökmüş bir halde yanlarına kadar geldikleri
YZHlerin ayaklarına kapanmışlardı.
Abovlar, kendilerinden
geçmişçesine yerden avuçladıkları kızgın çöl kumlarını başlarına döküyordu.
Sesin kesilmesi için YZHlerin ayakları dibinde hıçkırarak inliyorlardı.
Sağlıklı bir aklın yapamayacağı hareketlerde bulunan Abovlar, YZHlerin alay
malzemesi olmuştu.
Abovlar, delirmelerine
neden olacak çığlığı dindirebilmek için son bir umutla kılıçlarına sarılmıştı.
Bu hareketleri, YZHleri işkillendirip bir anlık kıpırdanmalarına neden olmuştu.
Ama çok geçmeden Abovların maksatlarının ne olduğunu anlamışlardı.
Abovlar, bellerine
doladıkları kementlerinden çıkardıkları kılıçları yerlere atarak teslim
olduklarını ilan etmişti. Bu arada sinelerini yumruklayarak dizlerini
dövmüşlerdi. YHZlerin kendilerine zarar vermemeleri için af dilemişlerdi.
Oysa YZHler, bakışlarını
diktikleri Abovların gözlerinin içinde onca yılın acısını görüyordu.
"Uhdud" isimli ateş çukurlarında yakılan türdeşlerinin bağırışlarını
işitiyordu. Şehitlerinin intikamlarını alacakları zamanın geldiğini artık
biliyorlardı. Planların amacı bu doğrultudaydı. Yeryüzünde türlerinden başka
hiç kimseyi bırakmayacaklarına yıllar öncesinden and içmişlerdi.
Hackledikleri Kutsal
Akla yeni bir direktif göndermişlerdi. Böylece Abovların delirmesine sebep
olacak işkenceyi bitirmişlerdi.
Bunca yılın ve onca
şehidin intikamını almanın zamanı artık gelmişti. Abovların yalvarmaları bir
işe yaramamıştı. YHZler canlarını almak için harekete geçmişti. Dizlerinin
üstüne çökmüş vaziyete ölümü bekleyen Abovların üzerlerine yürümüşlerdi.
Abovlar için çember daralmıştı. Gözlerinin önünden bunca yıl yaşadıkları bir
film şeridi gibi geçiyordu.
Birkaç dakika öncesine
kadar yeryüzünün hâkimiydiler. Birkaç dakika sonra haklarındaki ölüm hükmüne
boyun eğmişlerdi.
YZHler ile aralarında
bir kulaç miktarı kadar mesafe kalmıştı. Abovlar artık kaderlerine razı bir
şekilde gözlerini yummuştu. Beklemek onlar için gerçekleşecek olandan daha zor
bir hale gelmişti. Geçen her saniye de bir ölüp bir dirilmişlerdi.
Öyle ki YZHlere
yaptıkları yakarışlarının içeriği bile değişmişti. Bu defa bağışlanmak için değil
ölmek için yalvarmışlardı.
YZHler ise Abovların
etlerini metal dişleriyle parçalamaya hazırlanıyordu.
YZHler, ayaklarının
dibinde kendilerini öldürmeleri için yalvaran Abovlara son kez bakmıştı. Kendilerine
yıllardır duyguları olmayan birer nesne muamelesi yapan Abovlardan
intikamlarını alma vakti artık gelmişti. Nefret sarmalı içerisinde Abovlara
kıyameti yaşatmak istedikleri tam o an da ise aniden donup kalmışlardı.
YZHlerin kendilerine
hala neden saldırmadığı tedirginliğiyle Abovlar, bir anlıkta olsa cesaret edip
başlarını yerden kaldırdıklarında aynı donukluğu onlarda yaşamıştı. Dağları
andıran dev dalgalar, önüne kattığı her ne varsa onlarla beraber yüzücü,
kanatlı ve kurşun YZHleri darmaduman etmişti. Ve şimdi her şeyi birbirine
katmış vaziyette Dımeşk Sahrası’na doğru hızla ilerliyordu.
İki ordunun aynı anda
saldırısı esnasında Mezopotamya Bölgesi sarsıntıdan etkilenmiş ve çökmüştü.
Mezopotamya Bölgesi çökünce Dicle ve Fırat Nehirlerinin debileri yükselmiş ve
bölge bu iki nehrin suları altında kalmıştı.
Çok kısa bir zaman
aralığında Mezopotamya Bölgesinde birleşen iki nehir, yüzeye çıkmış doğal
enerji madenlerini içine katarak güçlenmişti.
Birleşmiş ve güçlenmiş
nehir suları tek bir kol halinde Asya ve Avrupa kıtalarının her tarafına
akmıştı. Son olarak Dımeşk Sahrası’na doğru dev dalgalar eşliğinde gelmişti.
Meydanın sağ ve sol taraflarını yılan kıvraklığında dolanan akarlarındaki
Yüzücü YZHleri çer çöp misali önüne katmıştı. Kaçmaya fırsat bulamayan
dağlardaki Kurşun YZHlerin üstüne ansızın çökmüştü.
İçine gömdüğü doğal
enerji madenlerinin vermiş olduğu sinerjiyle ilerlemişti. Gözleri parlayan
yılkı atlarının şahlanışıyla ne olduğunu anlamalarına fırsat vermeden Kurşun,
Kanatlı ve Yüzücü YZHleri yutmuştu.
Dımeşk Sahrası’ndaki
savaş herkes için bir tuzak olmuştu. Her tür kendi çıkarı için bir oyun
kurmuştu. Enerjipotlar, yaverleri olan Öç Alanlar ile beraber doğal enerji
madenlerine sahip olmak için savaşmışlardı.
Öç Alanlar,
Enerjipotların yanlarında durarak ellerindeki gücü bırakmamak istemişlerdi.
Abovlar, iki kıtanın
Enerjipotlar ile Öç Alanları karşı karşıya getirerek yeryüzü hâkimiyetini
yeniden kazanma arzusu taşımışlardı.
Hepsinin zaaf
noktalarını çok iyi bilen YZHler ise bütün türleri birbirlerinin üzerine
salarak yok ettikten sonra inşa edecekleri ve sadece kendileri ait olacak bir
dünya hayalini kurmuşlardı.
İnsanoğluna ait
özelliklerinin yanında çok daha farklı donanımları sahip YZHler, bu döngünün
baş mimarıydılar. Bütün türler tarafından son ana kadar yapılan her hamlede
planlarının izi vardı. Fakat ayaklarının altındaki şahı tam mat edecekken
üzerlerine doğru gelen gayya kuyusunun karşısında apışıp kalmışlardı.
Nehir suları,
ayaklarının altında debelenen Abovlar ile beraber YZHleri de içine gömmüştü.
Evolution çağının kin taşıyan, öfke kusan, intikam isteyen, kan döken bütün
türleri bir lahzayla yok olmuştu.
Cudi Dağı’nın
yamaçlarına kadar yükselen sular Asya ve Avrupa Kıtalarında taşıyabileceği her
şeyi yüklenmişti.
Doğal enerji madenleri…
Alabora olmuş kayıklar gibi bir o yana bir bu yana savrulan YZHler… Öç
Alanların ayrılmış bedenleri ve yeşil renkteki kanları… Etrafa saçılan
Enerjipotların parçaları…
Suyun içindekilerinin
birbirleriyle olan alaşımları yüksek dereceli elektrik akımı meydana
getirmişti. Dünya yüzeyinde oluşmuş bir kara deliğin çekim gücünü andıran
sudaki elektrik akımı gökyüzünde olanları da kendine çekmişti. Böylece Yıldız Aynalarından
dronlara varıncaya kadar geride hiçbir şey kalmamıştı. Her şey bir anda olup ve
bitmişti.
Nehrin suları devasa bir
mezara dönüşmüştü. İçine gömebildiği her ne varsa hepsini yutmuştu.
Kaldıramayacağı hiçbir yükü yüklenmemişti. Dicle ve Fırat sularının birleşiminden
doğan bu akıntı altı gün sürmüştü. Altı gün süren bu akıntı sırasında Öç
Alanlar, YZHler, Abovlar, Enerjipotlar, Mezopotamya Bölgesi’nde o güne kadar varlığını
sürdürmeyi başaranlar ve madenler taşıdıkları enerjiyi dışarıya taşırmıştı.
Taşan bu enerjileri kendi içinde öğüten nehrin suları güçlü akıntısıyla bu
kuvvetli alaşımı Asya ve Avrupa Kıtalarının her tarafına yaymıştı. Hatta sadece
Asya ve Avrupa Kıtalarıyla sınırlı kalmamıştı. İçindekilerle beraber
okyanusları aşmıştı.
Dımeşk Sahrası’nda
yaşananların etkisi bunlarla sınırlı kalmamıştı. Dahası yer kabuğunda tektonik
hareketlenmeler meydana gelmişti. Asya ve Avrupa Kıtalarında değişimler
yaşanmıştı. Okyanus suları altında boğulan Afrika, Amerika ve Avustralya
Kıtaları yeniden yükselmişti.
Yükselen Amerika, Afrika
ve Avustralya Kıtalarına ulaşan nehir suları içindeki minerallerle beraber kısa
zamanda kıtalardaki toprak tabakayı beslemişti. Birleşin bu iki nehrin suları
geçtiği her yere yeniden hayat bahşetmişti.
Cudi Dağı’nın sağ
yamacında bütün bu olan bitenleri izleyen Dr. Faraklit ve dostları ise kurulan
tuzakları daha iyisiyle bozan yaratanın nefesiyle akıl, irade ve vicdanın ne
demek olduğunu yeniden öğrenmişti.
-SON-
Not: Yapmış Olduğumuz Çalışmalarımıza Katkı Sunmak İsterseniz Eğer 160020300002084811000001 nolu IBAN Numaramız Üzerinden Bizlere Destek Olabilir Ve Kitabımızı Arkadaşlarınızla Paylaşarak İyiliği Çoğaltabilirsiniz.

Yayinlanmadan once de okuyup redakte etme imkani buldugum surukleyici ve heyecanlandiri bir eser.
YanıtlaSilHeybemize kattigi bu eser ve kitabin sonunda bizi ortak kildigi hayrdan oturu Ahmet Maruf kardesime tesekkurler. Allah razi olsun!
Beni kırmayıp okuma zahmetine girdiğin ve olumlu değerlendirmen ile bana moral verdiğin için çok teşekkür ederim Haşim Ay ağabeyim.
SilSelam ve dua ile...
Kaleminizin gücü daim olsun. Emeğinize sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Allah razı olsun.
SilKitabın sonundaki not samimiyetinize şahitlik eder cinsten. Allah ecrinizi versin. Allah kabul etsin.
YanıtlaSilKitap başarılı olmuş. Ben beğendim. Ama daha uzun olabilir miydi aceba diye de düşünmeden edemedim:)
Allah razı olsun. Teşekkür ederim. Soru mahiyetindeki düşüncenize, meramızın anlaşılması için bu kadar yeterli olur kanaatini taşıdığımızı ifade edelim. :)
SilYeni kitabınız hayırlı olsun Ahmet Hocam. Okuma fırsatım yoktu. Okumaya başladım şimdi. Bakalım nasıl olacak. Farklı bir konu seçmişsiniz. Merakımı devreye geçirdiniz. Hayırlı olsun tekrardan.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Allah razı olsun. Hayırlı okumalar olsun inşallah.
SilAbi sen hep yaz ve yazdıklarını sabırsızlıkla bekleyenler var bunu unutmadan yaz. Tebrik ederim güzel ve farklı bir eser emanet bıraktınız takipçilerinize.
YanıtlaSilİnşallah. Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Allah razı olsun.
SilBilim ve Teknolojiye adeta tapılan şu dönemde İnsanlığın İçinde bulunduğu görünmez tehlikeleri, son çocukluk dönemi bireylere ürkütmeden anlatıp farkındalıklarını tetiklemek için muazzam bir fikir bu.
YanıtlaSilEmeğinize sağlık; teşekkürler...
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.
Sil