16 Ekim 2023 Pazartesi

MEZOPOTAMYA ORMANI: ASLANLARIN VE TİLKİLERİN HİKÂYESİ

Mezopotamya Ormanı, alabildiğince geniş ve gür bitki örtüsüyle birlikte, içerisinde birçok türden hayvanın yaşadığı bir çeşniye sahipti.


Kuşların öttüğü, ceylanların otlandığı, kral aslanların sürekli yellendiği bu ormana yeni gelen bir misafir, bir ormana değil de daha dünyada iken “cennetten bir köşeye” geldiğini sanırdı.


O yüzden Mezopotamya Ormanı'na hasbelkader yolu düşen biri buradan ayrılmak şöyle dursun; bu ormana yerleşerek orada kalırdı. Dahası, ister yakın ister uzak olsun, okyanusları aşan akrabalarına varıncaya dek onlara mektuplar yollar, kendilerinin de Mezopotamya Ormanı'na gelmelerini isterdi.


Gel zaman git zaman, “cennetten bir köşe" olan Mezopotamya Ormanı'nda, dışarıdan gelen yerleşimcilerin sayısı epeyce çoğalmıştı. Yerleşimcilerin çoğalmasıyla daha önceleri büyük ve gür bitki örtüsüne sahip olan orman giderek küçülmüş ve buna mukabil olarak herkese yetmez bir hale gelmişti.


Günden güne bu ormanda kalbi sürekli iyilikle çarpan paylaşımcı, herkesi düşünen, cömert, tok gözlü olanlar azalırken; kötü niyetli, kalbinde hastalık olan, menfaatçi, bencil, gözü bir türlü doymayanların sayısı artmıştı. Öyle ki gün gelmiş, kötü kalpliler, iyi kalplilerin üç-dört katına kadar ulaşmıştı.


Derken...


Mezopotamya Ormanı'nın giderek küçülmesi ve darlaşması sorunu başlamıştı. Bunun nedeninin, (birileri tarafından bilinçlice oluşturulan bir algı çalışmasıyla) yılın belli dönemlerinde mevsimsel değişimlerin gereksinimi olarak yer değiştiren oranın yerlilerinden kaynaklandığı dedikodusu yayılmıştı.


Oysaki bu olumsuzluğun müsebbiblerinin, mevsim şartlarına göre yerlilerin dönemsel iç göçlerinden kaynaklı olduğu değil; kötü niyete sahip olan çakalların, tilkilerin, kurtların, yılanların ve akreplerin yerleşimci olmaktan çıkarak işgalci rolüne soyunmalarıydı. Bu hakikat er ya da geç birgün anlaşılacaktı.


Nitekim, ağaçların çoğu çakallar ve kurtlar tarafından talan edilmişti. Bu durum çoğu kuşların dallardaki yuvalarının yıkılmasına sebep olmuştu. Yeni aşiyanlar bulmak ümidiyle terk-i diyar eden muhabbet kuşlarının cıvıltıları, bülbüllerin şakırdamaları artık eskisi gibi ormanın derinliklerinde yankılanmıyordu. Mağaralar, yılanlar tarafından işgal edilmişti. Ceylanlar ve geyikler inlerinin dışında kalmaya zorlanmıştı. Akrepler, ormanın birkaç tür arasında talan edilmesini sindirememiş ve kendilerine pay verilmemesinin getirdiği hırsla, iğnelerini dere yatağındaki yumuşak toprağa batırmışlardı. Zehrin karışacağı alüvyonların, akıntıyla birlikte bütün bir ormanı etkilenmesini arzulamışlardı.


Ormanın kralları aslanlar, kuşların ötmemesinden, ceylanların ve geyiklerin yavaş yavaş ortalardan kaybolmasından işkillenmemiş de değillerdi hani.... Lakin sürekli yellenmeleri ve yeni yerleşimcilerden olan tilkilerin onlara her öğün yemek getirmesiyle öğretilmiş rahatlıklarından vazgeçmek istememişlerdi.


Ormanın ekolojik dokusu değişmişti. Ağaçların kesilmesinden dolayı yağmurlar eskisi gibi artık yağmıyordu. Bitkiler solmuştu. İyi olan hayvanların çoğu neredeyse yok olmuştu.


Akreplerin dere yatağına zerk ettikleri zehirleri dereye bulaşmış ve balıklar ile birlikte, dereden beslenen ayılara varıncaya kadar bütün bir orman etkilenmişti.


Ağaçların yıllar yılı yapraklarıyla gizlediği güneş, muhteşem azameti ve olabildiğince kızıllığıyla meydanı yangın yerine çevirmişti. “Cennetten bir köşe olan” orman gitmiş ve yerine “cehennemden bir köşe olan” çöl gelmişti.


O güne kadar gölgelikler arasında yellenen ormanın krallarını, güneş, artık iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Bu sebeple aslanlar yattıkları yerlerden kalkmak istemişlerdi. Lakin ilk anda zorlanmışlardı. Geniş gövdelerini sağa sola çalarak ve birazda sürüklenerek de olsa zor bela dört ayakları üzerine kalkmayı başarmışlardı.


Ve işte tam o anda ise önlerinde duran uçsuz bucaksız bir boşluğa bakakalmışlardı. O güzelim ormanın ne hale geldiğini şaşkınlık içinde birbirlerine sormaya ve bir süre sonra da suçluluğun vermiş olduğu kızgınlıkla kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı.


Durum gittikçe daha vahim bir hale gelmişti ki aslanların en yaşlısı ve en bilgesi olan Bilge Han Aslan kükreyerek sessizliği sağlamıştı. Ardından da topladığı bütün gücüyle konuşmaya başlamıştı: 


-- Bundan sonra ne konuşmanın, ne tartışmanın ne de kavganın hiç birimize yararı yok. Olan olmuş artık. Ortalık çakallara, yılanlara, kurtlara, akreplere ve de esasında tilkilere kalmış!


Diğer kötü niyetleri hayvanların isimlerini duyunca şaşırmayan hayvanlar; “tilkilere kalmış” cümlesini işittiklerinde hep beraber;


-- "Tilkilere mi?” diyerek, şaşırmışlardı.


-- “Evet, Tilkilere” diyerek birkez daha kendi söylediğini onaylama ihtiyacı hissetmişti, Bilge Han Aslan.


-- "Ama nasıl olur? Onlar bizim en iyi dostumuz ve müttefikimiz... Öncelerin ormanı, şimdinin ise çölü olan bu yerler onlara niye kalmış olsun ki?!” diye Bilge Han Aslanın sözünü birkez daha keserek sormuşlardı, diğer aslanlar.


Yeniden sözü alan Bilge Han Aslan:


-- "Aslında en büyük düşmanımız Tilkilerdi. Ama hepimiz bunu görmezlikten gelmiştik. Bize her öğün yemek olarak getirdikleri etlerin, bir gün dahi olsun nereden getirdiklerini sormadık onlara. Önümüze koydukları etlerle karınlarımızı bir güzel doyurduk.


Bu hayatın hep bu şekilde devam edeceğini düşündük. Yelemizin bozulmamasına dikkat ettiğimiz kadar, ormanda kimin ne yaptığına, ne ettiğine işte sırf bu rahatlığımız yüzünden dikkat etmedik. Yolda bulduklarımızı yola çıktıklarımıza değiştirdik. Asıl dostlarımızı unuttuk. Kendileriyle hiç ilgilenmedik!


Tilkiler bize her gün yemek getirip ve her şeyin yolunda olduğunu anlattıklarında buna inandık. Daha doğrusu dediklerinin, anlattıkları gibi olduğuna inanmak istedik. Çünkü böyle olması hepimizin işine gelmişti. O yüzden şimdi kalkıp birbirimizle didişmenin artık bir anlamı kalmamıştır.


Bu saatten sonra intikam alma niyetiyle tilkilerle savaşmaya kalkışsak, şu hantal vücutlarımızla onu da beceremeyiz ya... Ki tilkilerin asıl dostları çakallar, kurtlar, yılanlar ve akrepler de tilkilerin yanında bize karşı savaşırlar. Bizim dostlarımız ise yanımızda değiller. Bilakis midelerimizdeler!


O yüzden bize düşen, dostlarımızı kendi ellerimizle kaybettiğimiz gibi şerefimizi de kaybedip burada kalmak yerine, en azından onurumuzu sırtımıza yükleyerek gitmektir!” cevabını vermiş ve daha önce “cennetten bir köşe”, ama şimdi “cehennemden bir köşe” olan uçsuz bucaksız coğrafyasına son kez bakarak arkasını dönüp gitmişti.

***

Bu hikâyeden kim ne anlar, bilemem. Ama bizim anlatmak istediğimiz şey, yıllardır fırsatını bulduğumuz her platformda dile getirdiklerimiz ile aynıdır.


Tunus’ta bir kıvılcımla başlayarak, Suriye’ye kadar varan ve zalim rejimlere karşı halk ayaklanmalarına dönüşen eylemleri gerçekleştirenlerin, tilkilerin algı operasyonlarıyla kurtların, çakalların kucağına itildiği aşikârdır. 


Bugün de Gazze'de olan budur! Ve bize düşen, Bilge Han Aslan’ın yaptığı gibi topraklarımızı terk edip gitmek de değildir. Ki zaten Müslüman bir yüreğin bırakıp gitme hakkı da yoktur.


Yapılacak şey oldukça basittir.


Özellikle Osmanlı Dönemi sonuyla başlayan İttihat ve Terakki faaliyetlerinin bugün farklı  fraksiyonlarıyla içimizde arzı endam eden siyon uşaklarının algılarına yenilmeyerek; az veya çok dillerini bildiğimiz ve konuştuğumuz, soframıza konuk ettiğimiz ve sofrasına konuk olduğumuz, beraber güldüğümüz ve beraber ağladığımız; bizden, olan Kürdüyle, Türküyle, Zazasıyla, Arabıyla, Çerkeziyle, Lazıyla ve daha nicesiyle birlikte aynı safta buluşmaktır. Bina-i mersus misali sımsıkı olmaktır. Gerisi teferruattır!


Ahmet Maruf Demir




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder