29 Mayıs 2021 Cumartesi

Bölüm: 19 / Ve Diyarbekir Gezisi

Ertesi günün sabahıydı. Pazardı. Murat ve eşi Hatice Hanım sabah namazlarını cemaatle ikame etmişlerdi. Namazdan sonra Hatice Hanım Kur’an okumuştu. Murat da, Dilara’nın mektubuna cevap vermek için çalışma odasına çekilmişti.

Murat’ın hayatının en güzel bayramının üzerinden bir yıl ve sonrasında yaşananların üzerinden yaklaşık altı ay geçmişti.

Diyarbakır’ın üzerindeki karabulutlar yavaş yavaş dağılmıştı artık.

Sokak savaşları yerini sokak satıcılarına bağrışlarına bırakmıştı.

Epey zamandır duyulmayan Diyarbakır’ın o meşhur sabah tatlıcıların sesi yeniden duyulmaya başlanmıştı.


Suriçi'ndeki hendekler el birliğiyle kapatılmıştı. Şehir savaşının kimseye fayda sağlamayacağı anlaşılmıştı. Silahlar yerini kalemlere bırakmıştı. Güneş hiç olmadığı kadar bu şehri ısıtıyordu.

İnsanlar neşe içindeydi. Tam bir barış havası esiyordu. Yıllardır verilen silahlı mücadelenin yerine siyaset mekanizması devreye girmişti. Uğruna mücadele edilen isteklerin bu şekilde daha çabuk gerçekleşeceği anlaşılmıştı. En başta anadil hakkı olmak üzere Kürtlerin birçok hakları kendilerine teslim edilmişti.

 

Zeynep Azra, babasının Malatya’dan döndüğü akşam vermiş olduğu Diyarbekir gezisi sözünden dolayı erkenden uyanmıştı.

Heyecanlıydı. Ailece beraber gezmeyeli uzun zaman olmuştu. En son ne zaman dolaştıklarını dahi hatırlamıyordu. Beş yaşını henüz doldurmuştu.

Yatağından kalktığı gibi doğruca annesinin yanına koşmuştu.


“Anne! Babam nerede?” Zeynep Azra, korkmuştu. Babasının işlerinden dolayı tekrardan bir yere gittiğini sanmıştı. Hatice Hanım, “Korkma, kızım. Baban burada. İçeride. Çalışma odasında.

Biraz işi var. Rahatsızlık vermeyelim kendisine. Bitirdiğinde kendisi gelir zaten. Hem zaten güneş de doğmak üzere…”

Zeynep Azra, araya girerek, “Anne! Babam söz vermişti akşam.

Gezmeye gideceğiz değil mi?” diye sormuştu. Hatice Hanım, “Elbette gideceğiz. Hem ben de özledim beraber dolaşmayı…”

cevabını vermişti. “Anne! Nerelere gideceğiz? Söylesene ne olur?”

Zeynep Azra, çocukluğun vermiş olduğu merakla nerelere gideceklerini öğrenmek istemişti. Hatice Hanım'da kızının merakını gidermek ve Murat'ın da daha rahat çalışabilmesi için Zeynep Azra’yı oyalamak maksadıyla gezecekleri yerleri

anlatmaya başlamıştı.

“Tarihi Suriçi’ne gideceğiz, kızım. Daha bizim şu an oturduğumuz evler yapılmadan orada insanlar yaşarmış. Sen şimdi beş yaşındasın. Ama gideceğimiz Suriçi beş bin yaşından daha fazla…”

Zeynep Azra, “Beş bin ne kadar, anne?” diye annesinin dizlerine dayadığı başını kaldırarak sormuştu. Hatice Hanım, “Beş bin çok fazla kızım...” demekle yetinmişti sadece.

“Dedemin yaşından da fazla mı?”

Hatice Hanım, gülümseyerek, “Evet. Dedenin yaşından da fazla…” cevabını vermişti. Başını tekrar annesinin dizlerine koyan Zeynep Azra, “Hımm… Tamam anne. E sonra?” diye sormuştu. Hatice Hanım'da kızının saçlarını okşayarak anlatmaya devam etmişti.


“Suriçi’ni dolaşmaya önce Urfa Kapı’dan girerek başlarız. Urfa Kapı’nın hemen karşısında Gülşeniler Tekkesi olarak adlandırılan tarihî yapılar arasında kesme taştan yapılan sekiz köşeli içeriden bir kubbe ve dışarıdan da yüksek bir kasnak üstünde piramit biçimi çatıyla örtülü olan Sarı Saltuk’un türbesi var. Oraya gidip kendisine dua ederiz.

Peygamber efendimiz hep böyle yaparmış. Kabirleri ziyaret edermiş. Hem onlara hem de kendisine Allah’tan mağfiret dilermiş.

Günahları varsa affolunmaları için Allah’a yalvarırmış. Biz de, Allah nasip ederse eğer gezeceğimiz yerlerde böyle hem tarihi eserlere bakarız hem de tarihi eserlerin içinde kabirler varsa onlara ve kendimize ölümü hatırlayarak Allah’tan bağışlanma isteriz.


Ayrıca Sarı Saltuk’un türbesi dört tarafı duvarla çevrili külliyenin içinde bulunuyor. Külliyede halen ibadete açık bir de mescit bulunmakta. Belki mescide gidip iki rekât namaz da kılarız.”

“Ne kadar çok şey biliyorsun, anne! Daha gitmeden oraları geziyor gibiyim...”

“Sen ne zaman bu kadar büyüdün de böyle laflar etmeyi öğrendin bakalım. Hem ben buraları evlenmeden önce arkadaşlarımla çok dolaştım. O yüzden daha dün gibi aklımda tüm bilgiler. Ayrıca bir şehrin evladı o şehrin her şeyini de bilmeli!”

“Ben de Diyarbekir'in her şeyini öğreneceğim...” “Böyle araya girersen bir şey öğrenemezsin... Söyleyeyim. İyice dinlemen lazım ki gezeceğimiz ve dolaşacağımız yerlerin önemini daha iyi anlarsın.

Anladıkça da daha çok zevk alırsın.” “Tamam anne! Bari Sarı Saltuk kim? Onu da söyle... Son!” “Merak etme kızım. Aklımda kaldığı kadarıyla onu da anlatacağım. Hem daha gidip dolaşacağımız yerler hikâyeleriyle meşhur… "

 

"Yaşasın!”


“Sarı Saltuk, Allah’ı çok seven ve Allah’ın da kendisini sevdiği biriymiş. Aynı zamanda da mücahitmiş. Çok savaşlara katılmış.

Bir savaş sırasında şehit düşmüş. Sonra da onu bizim de gidip göreceğimiz şimdiki yere gömmüşler.

Oradan da 3. YY'da Bizans devrinden kalma mihrabı ve Roma biçimi kapısıyla ilginç olan şehrin en güzel eserlerinden olan Meryem Ana kilisesine gideriz.

Daha sonra surlara çıkarak Yedi Kardeşler Burcu’ndan Ben û Sen’e kuşbakışı bakarız.”

“Yedi Kardeşler mi?”

“Evet. Yedi Kardeşler… Yedi Kardeşler Burcu’nda çok güzel süslemeler var. Çift başlı kartal, kanatlı aslan kabartmaları... Yani resimler ve yazılar var. Ha, bir de Besmele-i Şerif de var…

Zeynep, sen Besmele-i Şerifi biliyordun değil mi?”

“Biliyorum anne. Bismillahirrahmanirrahim”

“Aferin kızıma. İşte okuduğun bu besmeleyi aynen duvarlara yazmışlar.”

“Peki, Yedi Kardeşler?”

“Çok eskiden Diyarbakır’da bir savaş çıkmış. Karşı ordunun savaşçıları Diyarbakır’a saldırmış. Fakat bir türlü Yedi Kardeşlerin savaştığı yeri alamıyorlarmış. Düşman kralı askerlerine çok kızmış ve iş bakmış ki olacak gibi değil uzlaşmak için Yedi Kardeşlerin

savaştığı burca elçilerini göndermiş. Yedi Kardeşler burca gelen elçilere "Kralınızı getirirseniz eğer teslim oluruz" sözü vermişler.

Kral'da bu söz üzerine komutanlarıyla kaleye gelmiş. Gelmesiyle Yedi Kardeşler hem kendilerini hem de kaleyi daha önce burca yerleştirdikleri dinamitler ile havaya uçurmuşlar. Kral, komutanlar ve Yedi Kardeşler de ölmüş. Düşman askerlerini de kralsız ve komutansız kalınca dağılmışlar. Şehir de böylece kurtulmuş. Burca da Yedi Kardeşler burcu demişler.”

“Yedi Kardeşlere çok üzüldüm. Keşke ölmeseydiler…”

“Gezeceğimiz burcun hikâyesi böyle kızım. Belki de gerçek değildir. Yedi Kardeşler Burcu’ndan sonra da surların üzerinden yürüyüp Ali Paşa Cami’nin karşısına kadar gelip oradaki merdivenlerden inerek camiye gideriz. Babanın bana sözü var.

İstanbul’a da gittiğimizde görürsün. Çok eskiden oradaki camileri de yapan Sinan adında bir mimar varmış. Ali Paşa Camisi’ni de işte bu Mimar Sinan yapmış. İçinde medrese, hamam ve bir de kitapların olduğu kütüphane var. Kütüphanede hâlâ kitaplar duruyor mudur? Doğrusu onu bilmiyorum. Ama çok eski kitaplar muhakkak vardır. Caminin içi de mavi çinilerle kaplı... “

“Çinlerle mi kaplı anne?”

“Hani soru sormak yoktu?”

“Ama çok merak ettim Çinlileri…”

“Çinli değil a benim güzel kızım. Onun adı çini. Bir nevi duvar süsü. Bu işin ustaları önce toprağı kızgın ateşin içinde pişiriyor sonra da pişen toprağın üstüne renkli renkli süslemeler yapıyorlar.

Çok zahmetli bir iş ve bu camideki çiniler de eski zamanlardan beri caminin duvarlarından olduğundan çok kıymetliler... Camiyi dolaştıktan sonra Sultan Şüca Türbesi’nin önünden Hz. Ömer Camisi’ne gideriz. Orada da büyük ihtimalle terlemiş

olduğumuzdan ellerimizi ve yüzlerimiz yıkar, serinleriz. Sen sormadan da hemen söyleyeyim. Sultan Şuca hakkında kimi Diyarbakır’ın eski valilerinden Melikşah Mehmet’in torunu

kimileri de Sultan Şuca’nın Peygamber efendimizin sahabelerinden ve Diyarbakır’ı fetheden ordunun bir askeri olduğunu söylüyor.


Türbenin içi çok güzelmiş diyorlar. Fakat ben hiç görmedim. İki katlıymış. Caddeden geçerken bakarız ama bir pencere olmasına rağmen içerisi tam gözükmüyor.


Türbenin hemen karşısındaki Hz. Ömer Camisi’nin diğer bir adıyla Mescid-i Şeddad ya da Ömer Şeddat Camisi’nin soğuk suyundan içeriz. Sonra da çok sevdiğim Keçi Burcu’na çıkarız. Keçi Burcu’ndan On Gözlü Köprüyü bir müddet seyre dalarak Hevsel Bahçelerinden gelen erik kokularını içimize çekeriz. O güzelim manzarada tabi ki fotoğraf da çekilir,. Daha sonra önceden kurulu iskemlelere oturup çaylarımızı içeriz.”

“Keçi Burcu’nun da Yedi Kardeşler Burcu gibi bir hikâyesi var mı, anne?

“Olmaz mı? Hem de birçok hikâyesi var. Anlatayım. Hani Çinliler demiştin ya...

"Evet..."

Çinlilerin de Diyarbakır’dakilere benzer upuzun surları var. İşte o surlardan sonra dünyanın en büyük ikinci surları olan Diyarbakır Surlarının en büyük ve en gözde burçlarından biridir Keçi Burcu. Gittiğimizde de göreceksin. Bugün zaten Pazar… Keçi Burcuna başka şehirlerden hatta başka ülkelerden gelen turistler doluşur.

Sen de onlarla fotoğraflar çekersin. Senin gibi tatlı bir şeyi gördüler mi kesinlikle bırakmazlar! Herkes seninle fotoğraf

çekmek ister.”


Zeynep Azra, bunları duyunca çok sevinmişti. Bir an önce babasının çalışma odasındaki işini bitirip beraber dışarıya

çıkmaları için can atmıştı. Hatice Hanım, kaldığı yerden devam ederek: “Ayrıca daha önce bu burçta genç kızlar yaşarmış. Orada hem uyurlar hem de okul okurlarmış. Meryem Ana Kilisesi gibi bir yermiş. Bu kızlara da rahibe deniliyormuş. ‘Kürtçe’de kız, keçik anlamına geldiğinden bu burcun adı aslında Keçik Burcuymuş.

Ama insanlar zamanla Keçi Burcu demişler...’ gibi başka bir hikâyesi de var. Tıpkı senin çiniye Çinli demen gibi yani…”

 

Peki, rahibe ne demek anne?”

“Onu da sonra anlatırım. Çaylarımızı içtikten sonra Keçi Burcu’ndan inerek Şemslerin, Güneş’in doğduğu ve battığı zamanlarda ibadet yeri olarak kullandıkları tapınağa ineriz.

Tarihteki en eski asmalı tavanı görüp ondan sonra da deden gibi hacca gidenlerin ve hatta padişahların bile önceden dinlenmek ve uyumak için kullandıkları tarihi Kervansarayın önünden geçerek Diyarbakır’ın sembolü olan dört ayaklı minareyi görürüz.”

“Kervansarayı dolaşmayacak mıyız?”

“Senden de bir şey kaçmıyor. Bakmayacağız değil kızım.

Bakamayacağız maalesef...”

“Neden?”

“Çünkü şu an orası butik otel olarak kullanılıyor. Eğer gittiğimizde otele girmek istersek bu kez gelen turistleri rahatsız etmiş oluruz.

Onlar da bir daha şehrimize gelmek istemezler değil mi?”

“Evet, anne… Haklısın. Dört Ayaklı Minare’de kalmıştık!”

“Aa bak... Orada biraz üzülebilirsin. Bundan altı ay öncesine kadar dört ayaklı minarenin önünde çok kötü şeyler oldu. Gittiğimizde zaten o kötü şeylerin izini görürsün kızım. Ama hâlâ hayret edeceğin tarafı da yok değil. Minareyi yapanlar dört tane sütun üzerine ve arada herhangi bir bağlayıcı olmadan koskocaman minareyi yükseltmişler. Bu minarenin dört ayağı da İslam dinin mezheplerinden olan Hanifi, Şafi, Hambeli ve Maliki’yi simgeliyormuş. Daha ortaokulu okurken roman yazmaya başlayan ve bir dönem kızların istemedikleri halde zorla evlendirilmelerini anlatan ‘Berdel’ isimli öykü kitabının da yazarı Esma Ocak’ın müzeye çevrilmiş evine de uğrarız. Oradan da Gazi Caddesine çıkıp tarihi camiler içinde en büyüğü ve en ünlüsü olan Ulu Cami’ye gideriz.

 

İkinci Halife olan Hz. Ömer döneminde şehrin merkezindeki en büyük mabed olan Mar Toma Kilisesi’nin bulunduğu alana bir cami inşa edilmiş. Daha sonra şehirdeki Hıristiyanların çoğu da Müslümanlığı kabul edince bu kez camiyi yıkarak Mar Tomar Kilisesini camiye çevirmişler.

Kötü adamlar İslamiyet’i kötülemek için Müslümanların camiyi zorla kiliseye çevirdikleri yalanını söylese de hakikat bu şekilde.

Bak, aklıma gelmişken sana bir hikâye anlatayım.

Hz. Ömer, Halifelik döneminde Kudüs’e gitmiş. Kudüs’ü dolaşırken namaz vakti gelmiş. Yanındaki Hıristiyanlar, ‘Ey Ömer!

Gel bizim ibadet ettiğimiz yer temiz. Orada namazını kıl’ demişler.

Hz. Ömer de teşekkür ettikten sonra, ‘Eğer ben oraya gelirsem Müslümanların Halifesi burada namaz kıldı!’ diyerek, benden

sonra sizin mabedinizi camiye çevirebilirler...” demiş. Şimdi, Halifesi böyle düşünen Müslümanların kiliseyi zorla camiye çevirmeleri mümkün mü?!”


Zeynep Azra herhangi bir karşılık vermemişti. Zeynep Azra’nın bir karşılık vermediğini gören Hatice Hanım, kızına baktığında Zeynep Azra’nın uyuduğunu görmüştü. Başını hafifçe dizlerinden kaldırıp yan tarafındaki yastığın üzerine bırakmıştı. Üşümemesi için de Zeynep Azra’nın odasından bir battaniye alıp üstünü örtmüştü.

Zeynep Azra, öyle güzel uyuyordu ki Hatice Hanım kızının yüzünü bir müddet seyre dalmıştı. O vaziyetteyken aklından gidecekleri yerleri de düşünmüş ve bu kez içinden konuşmaya başlamıştı.


“Ulu Cami’yi de ziyaret edip namazlarımızı kıldıktan sonra ciğer yemeye gideriz artık. Diyarbakır ciğer yenilmeden dolaşılamaz ki!

Karnımızı bir güzel doyurduktan sonra Nebi Camisi’nin önünden geçerek Diyarbakır’ı fetheden büyük komutan Halid Bin Velid’in oğlu Hz. Süleyman olmak üzere 27’ye yakın sahabenin meftun olduğu ve tamamı taştan yapılmış Hz. Süleyman Camisi’ne gideriz. Şehitlerimize selam verir ve bizim hem dünya hem de ahiret saadetimiz için verdikleri mücadeleleri ve bu mücadeleleri sonucunda canlarıyla ödedikleri bedelleri yâd edip şükranlarımızı belirtiriz. Akabinde de Hz. Süleyman’ın dış merdivenlerinde oturup bir müddet gelen geçeni seyrederiz.


Vaktimiz yeterse eğer İçkale’den yukarı doğru çıkarak eski cezaevini dolaşırız. 1980 yılında yapılan darbe ile beraber yüzlerce Kürt gencinin ne tür işkencelere maruz kaldıklarını cezaevinin hücre duvarlarındaki tırnak izlerinden anlamaya çalışırız.

Batıda veya doğuda ya da kuzeyde veya güneyde farklı düşündüklerinden, farklı konuştuklarından, farklı giyindiklerinden dolayı insanların bu cezaevinde gördükleri eziyetlerin, işkencelerin bir daha yaşanmaması için Dicle Nehri’ne bakarak Allah’a dua ederiz.

Eğer Murat’ı ikna edebilirsem -ki çok zor- Saray Kapıdan çıkarak soldan aşağı tarafa ineriz.

Diyarbakır’ın yedi kuşak erkeklerinin yüzmeyi öğrendikleri Küpeli havuzunun önünden geçerek her Pazar sabahı erken saatlerde Bit Pazarının da kurulduğu caddeden geçip Kurşunlu Camisi’ni görmeye gideriz. Ama hiç sanmam. Murat, orayı görmek istemez.

Bundan altı ay önce gözleri önünde cami cayır cayır yakılmıştı.

Tıpkı dört ayaklı minarenin iki ayağını kurşunlandıkları gibi

camiyi de yakmışlardı kendini bilmezler...”

Hatice Hanım haklıydı. Öyle ki Murat, Kurşunlu Camisinin yakılışından sonra ki üzüntüsünü yakın dostu ve ay zaman da Diyarbekirli bir şair de olan Ahmet Maruf anlatmıştı; Şair Ahmet Maruf da bunun üzerine "Ey Süleyman" şiirini yazmıştı.

 

***

“Ey Süleyman…

Kurşun izlerini taşıyor şimdi, Sinagogun kürsüsünde levhalar

Ölümlerin bedelidir, yakılıyor Ulu Cami minberinde ağıtlar

Mıhlanan duaların ayinine şahit, Surp Giragos’da mihraplar

Ey Süleyman…

Şeyh’in meydanında, sabilerin yün saçını savurmuyor rüzgâr

Aslanlı çeşmede şarıldayan bereket su yerine, ağzında kanlar

Hevsel gül bahçesinden, barut kokluyor elleri kınalı nişanlılar

Ey Süleyman…

Toprak kana doymamış Hüsrev’de, diri diri şühedayı ağlattılar

Üstüne yağıyor Behram’da, günahlarının karşılığı tüm belalar

Halid’in kabri yetmedi, İç Kale’de Seni de bağrından vurdular

Ey Süleyman…

İkisi ölü, iki yaralı ayakları, minareyi gövdesinden ayırdılar

Koparıp ayak parmaklarını, köprünün on gözüne savurdular

Sur dibine gömüp koca tarihi, mezar taşına fermanını kazıdılar

Ey Süleyman…

Süt beyazı tülbentleri altında, kırlaşmış gözyaşlarını akıttılar

Düşürmeden hendeğe, omuzlarına biriken kederleri taşıttılar

Nasırlı son ömründe, torunlarını güvercin yüreğinden aldılar

Ey Süleyman…

Ölüyor artık yavaş yavaş ve küçe başlarında oturmuyor yaşlılar

Ölüyor artık yavaş yavaş ve pencerelerinde konuşmuyor kızlar

Ölüyor artık yavaş yavaş ve şehire uzaklardan okunuyor salalar

Ey Süleyman…

Ölümden bir Dicle kaçar gibi, önümden akıyor o aziz insanlar”

***

Hatice Hanım yine de ümidini kaybetmeyerek, “o günler hepsi

geride kaldı. Belki caminin yeni halini merak eder de gelmek

ister...” diye düşünmüştü.

 

Sonuçta, uzun bir restorasyon çalışmasından sonra yetkililerin camiyi eski haline döndürdükleri bilgisine sahiplerdi. Hatice Hanım, Murat’a, Kurşunlu Camisi’ne gitmeyi kabul ettirebilirse eğer oradan tekrar dört ayaklı minareye çıkarak aşağı taraftan Melikahmet Caddesi’ndeki Dengbêj Evi’ne geçmeyi plânlamıştı. Özellikle de dengbejlerden, “Bave fexriya qurba min go îro dinya ewr ê / Ax lo nabe sayî, hawar li min min rebenê…” klamını dinlemeyi çok istiyordu.


Hatice Hanım, dolaşacak daha çok yer düşünmüştü. Fakat bunların tümüne vaktin yetmeyeceğini de biliyordu. Behram Paşa Cami, İskender Paşa Cami ve konağı, Melikahmet Cami, minaresinin yapılışı sırasında çevredeki kokulu bitkilerin kullanılmasından dolayı minaresi kokan Parlı Cami, Diyarbakır’ın ünlü şairlerinden Ahmed Arif ve Cahit Sıtkı Tarancı’nın müzeye çevrilmiş evleri…

Daha nicesi... Hatice Hanım’ın zihnindeki liste uzayıp gitmişti. Hatice Hanım bunları düşünürken öyle dalmıştı ki Murat’ın çalışma odasındaki işini bitirip yanına geldiğini dahi fark etmemişti.

 


Not: Bu yazı, Diyarbekir'in Fethi yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde kadim tarihimize katkı olması için Ve Allah İnsan İle Konuştu kitabımızdan alıntılanmıştır.




4 yorum:

  1. Kaleminize sağlık. Daha önce okumama rağmen sanki yeni okumusum gibi geldi bana. Zeynep azra'nin his ettiği gibi bende okurken o tarihi yerlerde buldum kendimi.

    YanıtlaSil
  2. Çok beğendim başkanım. Kitabınızı alacağım inşallah.

    YanıtlaSil
  3. Mehmet Emin Ersöz30 Mayıs 2021 04:06

    Kaleminize ve yüreğinize sağlık
    Zeynep Azra uyumuş ben hala uyanığım
    Ve Hatice hanımın kaldığı yerden ben Diyarbakır'ı dolaşmaya devam ediyorum
    On gözlüğü, hevsel bahçelerini, Kırklardağını......

    YanıtlaSil
  4. Kalemi �� ruhunu ve yüreğini anlatan Kıymetli Başkan'ım, öylesine güzel anlatılmış ki, Diyarbakır'ımız, Surlar'ımız, Camilerimiz ��. Yasaklar olmasa çocuklarımı, eşimi alıp Hatice hanım'ın anlattığı yerleri tek tek gezmek ve çocuklarıma anlatmak istedim. Umarım sağlıklı yarınlar bizlerin olacaktır.

    Saygılarımla...

    YanıtlaSil