22 Temmuz 2016 Cuma

Evlat! Temmuzun On Beşini Unutma!

Ömrünün orta yaşında şimdi. Derdinin mürekkebini kağıda ilk akıttığında dokuz yaşında idi.

Ensesinden vuruluyordu her gün çocukluğu. Bir adam boylu boyunca sokağın başında henüz uzanıyordu. O günlerde seksenlik bir darbeden arda kalanlar sadece topunu patlatmak ile kalmıyordu. Aynı zamanda güneş gözlükleriyle cellatlar, kaos taktikli baskı kurallarıyla mazlum ve mustazafların gururuyla oynuyordu.

Bastondan daha sertti coplar. Bu yüzden hiç gereksiz bir rütbelinin tokadı, bir sabah, amcasının büyük oğlunun yanağında patlıyordu. Saçlarından yıldız kayıyordu annesinin. Amcasının büyük oğlu, iri omuzlardaki yıldızları sayıyordu düşerken. Ve kendisi gözlerini hep o anlarda sokağın karanlığına kaçırıyordu. Rabbinden tek dileği görmesin idi sadece kendisini, o an namahrem olanın yüreği.

İki bin on altı yılına gelinmişti. Temmuz ayının on beşine; mübarek bir gecenin destansı hikayesine böylece tanıklık etmişti. 

Hikayesini anlatarak büyüyordu. Hayat, kederleri daha bir omuzlarına yüklüyordu. Saçları beyazlaşıyordu. Sakalına akları kendisi düşürüyordu. Böyle büyürken dertlerini de büyütüyordu. Ta ki; Bir savaş uçağından, bir top mermisinden, bir panzer sesinden daha güçlü; "Darbeye Hayır!" çığlıklarını yeniden işitene dek!

Bin gözleri aydın annelerin duası da olan, "Sakın şehid olmadan dönmeyin yavrularım..." diyenleri, yeniden bir bir görene dek!

Bir Er-Doğan gibi; "Bizler ölümüne, ölümüne..."
Bir Halil gibi; "Hakkını helal et hanımım...",
Bir Zehra gibi; "Darbecilere karşı omuz omuza..."
Bir Murat gibi; "Bu akşam ölürüm. Beni kimse tutamaz...",
Bir Hatice gibi; "Herkes sokakta. Ben neden duruyorum..."
Bir Adem gibi; "Oğlum! Annen ve kardeşlerin sana emanet..."
Bir Merve gibi; "Ben ölmeye hazırım. Sen beni öldürmeye hazır mısın..."
Bir Ahmet gibi; "Üstümü yeniden giyindim. Gidiyorum. Ne olacaksa olsun..." diyenlere izlediği televizyondan yeniden şahit olana dek!

İşte tam bu vakit her zaman olduğu gibi birden bitap düşüyordu. Hiç nedensiz kalemi kırılıyordu. Bedeni herc-ü merc... Dağılıyordu. Toparlayamıyordu bir türlü zihnini. Dillere destan böyle bir kıyamı, hangi kelimeler anlatabilir ki kaygısıyla tedirgin oluyordu.

Ardından, evladın sorusu babanın gözyaşlarına karışıyordu.

- "Anne! Babam ağlıyor!"
- "Anne! Babam neden ağlıyor?"

Evlat, ilk defa babasını ağlarken görüyordu. Baba, öfkesini miras bırakıyordu evlada. Ve baba; "Baban ağladığı için utanma evlat! Baban da işte bu gördüklerin gibi o gece dik durdu!" diyordu.

Baba, gözyaşları içinde konuşmaya devam ediyordu.

"Ve Evlat!

İşte şunlar; Bak! tankın altına yatan şu amcalar... Kamyon süren şu teyzeler... Kurşunları göğsüyle kucaklayan şu dayılar... Savaş uçağına dahi elindeki taşı fırlatan şu ablalar... Panzer kullanmasını beş dakikada öğrenen şu ağabeyler... Allah Allah nidalarıyla hainin, zalimin, kalleşin, alçağın, cuntacının üzerine yürüyen şu yiğit erkekler ve kahraman kızlar... 

Ve içlerinden kimi nasipliler evlat!

Bil ki, senin geleceğini çalmak isteyenlere karşı durarak ikibinonaltı temmuzunun onbeşinde şehid oldular!

Evlat!

Budur sana mirasım. Tüm bu anlattıklarımı ve yaşadıklarımı unutmayacaksın. Sen de çocuklarına anlatacaksın. Baban -o nasıl bir şairdir?! ki o nasıl bir yazardır?!- ki kalemi o gece dökülen kanlardan utandı.  Kalemi utandığından mürekkebi kurudu. Mürekkebi kuruduğundan o mübarek kıyamı yazamadı.

Evlat!

Kelimelerin kifayetsiz kaldığından dolayı; babanın hiçbir vakit yazamayacağı ve anlatamayacağı bu mübarek destana işte içinde yaşadığın bu halk/ın imza attı.

Evlat!

Bununla gurur duy. Halkınla gurur duy. Kürdü ve Türkü ve Arabı ve Lazı ve daha nicesini bir araya getirenin aynı iman olduğunu ve o meş'um geceyi aydınlatanın yine bu imanın nuru olduğunu unutma! 

Evlat!

Artık güçlülere karşı başını eğme...
Artık zalimlere karşı iki büklüm olma...  
Artık katillere karşı gözlerini kaçırma...

Evlat!

Sakın ha, sakın.. İki bin on altı yılının, on beş temmuzunu unutma!

Budur sana mirasım.

2 yorum: