Neyse, anladınız siz onu. Aslında biraz olsun hakkımız olmalıydı. Şöyle içimizi rahatlatırcasına gelmişine geçmişine küfredebilmeliydik en günahsızından. Ama yok işte. Olmuyor maalesef. Mesela, Metin Önal Mengüşoğlu, “tam kumrular tüy düşürürken şafağa…” derken, behemehâl dizeyi yanlış yorumlama hissiyatı oluşuyor. Fakat hemen akabinde Erdem Bayazıt sesleniyor derinden: “Bizi tutan bir şey varsa, dirilten o sensin.” diyor ve biz el freni çekilmiş kamyonun damperi gibi kalakalıyoruz kalktığımız yerden.
Çünkü biz buyuz. Bizim
sınırlarımız suni değildir. Çizgilerimiz vardır. Vahiy ve sünnet ile
çizilmiştir. Kendimizden başka herkestir bizi biz yapan. Sorumluluk sahibi
kılan. Hesaba ve kitaba ve mizana inanırız. Allah var! Söz ile kalem ile eylem
ile bir yerde durmak da imandandır deriz. Hayatımızı ona göre tanzim ederiz.
Benzeyemeyiz biz, bizden olmayanlara.
Tersine biz, onları kendimize benzetmek isteriz. Çünkü biz biliriz, ekranları kirleten
France 2024 Olimpiyacus artıkları ile Monşer hastalığı Malafacus sinkaflığından
sıyrılıp bize ait olan cümlelerin bu dünyayı daha iyiye kavuşturacağına. Hem de
o çokbilmiş ukalalardan daha iyi biliriz de ama işte onlara benzemek istemeyiz!
Sezai Karakoç’un İnsanlığın
Dirilişi’nden teşhis ederiz genelde Batı’nın asıl hastalığını. Özelde ise
Fransa’nın neden öyle davrandığını… Öyle ki Fransa, Özgürlük Heykeli’ni Amerikaya
postalarken de aynı tasavvuru taşırdı üzerinde.
Bakmayın siz dünyanın sözde yedi
harikasından biri olanın bir elinde ateş bir elinde kitap olduğuna. Asıl olay
ayaklarının altındadır. Kırılmış bir zincir vardır orada. Parçalanmışlığı ve
atılmışlığı sembolize eder. Nitekim o zincir, Olimpiyat Oyunları açılışında yakılan,
patlatılan kilisenin ta kendisidir. Dindir, diyanettir, maneviyattır o.
Genelde Batı, özelde Fransa… Bu
konuda çok da haksız değillerdir aslında.
"Goya’nın Hayeletleri" filmini izlerken görürüz kilisenin edepsizliğini, çirkinliğini, ikiyüzlü zalimliğini.
Bir ressamın tablosundan seyrederiz bir çağın portresini. İşte bu zulme karşı bir
an Napolyon’nun tarafı oluruz. İnes’in ve bütün kadınların hayatı ilerlerken
bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden; bir süre sonra yıkılsın, yakılsın, gökler
yarılsın isyanına bizler de katılırız. Aradığımız şey bir demet özgürlüktür.
Hürriyet ve cumhuriyet aşkınadır çabamız.
Artık hastalık belli olmuştur, demişizdir. Teşhis konulmuştur. Tedaviye başlanılacaktır. Fakat maalesef bu kez
de bir elinde ateşi diğer elinde kitabı tutan tek dişli medeniyet herkesten
başka kendini, nefsini düşünmüştür. Çünkü kendini beğenmiştir. Kol kırılsın, yen içinde
kalsın demiştir. İslam reçetesi yerine Grek ve Roma’nın paganlığına hoop yeniden geri
dönmüştür. Kaslı ve hatlı çıplak vücutlarıyla cinselliği, açıklığı ve fahşayı
betimleyen heykellerini bu kez canlı ve kanlı bir şekilde Eyfel’de sergiletmeye
başlamıştır.
Celaleddin Vatandaş’ın Modern
Çöküş’ünden öğreniriz bütün bu olan biteni. Hele kilise şöyle bir yana dursun.
Gücü eline alan sözüm ona cumhuriyetçilerin bu kez dine, diyanete az da olsa saygı
duyanı nasıl biçtiğine tanık oluruz. En izbe köylerdeki manastırlardan kundakta
vaftiz edilen bebeğine kadar, Avrupa'da adım attığımız her yerde kana bulaşır ayaklarımız.
Boğuluruz o kan deryasında.
Cevahirhal Nehru’nun Dünya Tarihi’ne
dair kızına yazdığı mektupları bitirdiğimizde yıllar geçmiştir. Amma değişen
bir şey olmamıştır. Şimdi süslüdür Paris sokakları. Ya da batıya hayran
ağızların salyalarına bakarsak gerçekte öyle sanırız. Oysa sırça köşklü cam mekânlar
kanalizasyon kokusunu örtmek için icat edilen parfümlerle doludur. Yetmezmiş
gibi Champ de Mars meydanına osuruktan teyyare selam söyle o yâre, tenekeden
bir kule illüzyonu kondurulmuştur. Böylece Avrupa’nın rahim duvarı onunla yırtılmış,
onunla yıkılmıştır. Ahlaka ve anlama dair ne varsa Ren nehrinde boğulmuştur. Cambaza
bak cambaza denilerek akıl, vicdan ve irade adına ne varsa o esnada insan
olanın bedeninden yürütülmüştür.
Victor Hugo’nun Sefillerini arar
gözlerimiz. Fakat heyhat! Giden gitmiştir. Yerlerine Les Misébreles filminde, Fransa’nın
modern sefilleri gelmiştir artık. Ve ilk ırkçı olan şeytan, Paris’in banliyölerinde
kravatlı ve üniformalı bir şekilde karabasan gibi onların üzerine çökmüştür.
Ezilen ötekiler şeytanlaşmış beyaz adamın insafına terk edilmiştir.
Velhasılı demem o ki özelde Fransa ve
genelde Batı yolunu kaybetmiştir. Şaşırmıştır. Şeytanın oyuncağı olmuştur.
Lastik top gibi bir o yana bir bu yana zıplamaya koyulmuştur. Maneviyatı
çökmüştür. Olimpiyat oyunlarının açılışında bütün dünyaya izlettikleri de bunun
kanıtıdır. Cisim vardır. Madde vardır. Maddiyat vardır. Ama tarihlerini
anlattıklarını görsellerin hiçbirinde insanı insan yapan o ruh yoktur. Öz
yoktur.
O öz, o ruh ise ne kilisedir ne
de materyalizmdir. O öz, o ruh İslam’ın kendisidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder